20 Ağustos 2018 Pazartesi

Mümin olan ölünün arkasından konuşulmaz ölen hainse ibret olsun diye konuşulur





Müslüman olarak vefat edenin hataları söylenmez, ancak ihanet etmişse insanların onun hatasına düşmemesi için ibret olsun diye anlatılır

Kâfir, münafık, günahları açıktan işleyen ve bi’dat ehli olmayan kişilerin kötülüklerini zikretmekte bir sakınca yoktur. Bunun dışında konuşmak Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.s) tarafından yasak edilmiştir.

Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bir hadiste de “Ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarfı nazar edin.” buyurmuştur. (Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 33, c. II, s. 215; Ebu Davud, Sünen, Edeb, 49, c. IV, s. 275.)

Hz. Peygamberin kötülüklerinin zikredilmesini yasakladığı ölüler, kâfir, münafık, günahları açıktan işleyen ve bi’dat ehli olmayan ölülerdir.

Bu özellikleri taşıyan ölülerin kötülüklerini zikretmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu ölülerin kötülükleri arkalarından anılınca Müslümanlar bundan ibret alır ve kendilerini onların kötü akıbetinden korumak imkânı bulurlar.

Nitekim “Ölülerinize sövmeyiniz.” (Buhari) mealindeki hadis-i şerifte geçen kelimesinin başında bulunan ve ahd için olan “el” takısı, kötülüklerinin sayılması yasaklanan ölülerin her ölü olmayıp, belli ölüler olduğunu ortaya koyduğu gibi tercümesini sunduğumuz Tirmizî hadisinde geçen “ölüleriniz”, terkibindeki “mevta-ölüler” kelimesinin “kum = siz” kelimesine izafe edilişi de bu ölülerin Müslümanların ölüleri olduğunu ortaya koyar.

http://derindusun.com/tr/olunun-arkasindan-konusulur-mu.html

Bu yazıyı M. Ali Birand’ın ölümüyle başlayan bir tartışma üzerine yazıyorum, ama bu bir “Birand yazısı” değil. Konu, başlıktan ibaret. İddiaya göre, “dinimiz”e göre ölenler hakkında “kötü konuşulmaz”mış. Ölmeden önce ne yaparlarsa yapsınlar… Tabiî ki iftira atmayalım; ancak “olan”ı da mı konuşmayacağız? Topluma zarar verenin verdiği zararı göstermeyecek miyiz? İslam düşmanlarının melanetlerini izhar, Allah’a küfredenin küfrünü ifşa etmeyecek miyiz? Gelecek nesiller, “kötü”yü “iyi” olarak mı tanısınlar?

Bir de bunu İslam’a maletmeleri yok mu, insanı çileden çıkarıyor. “Ölülerin ardından kötü konuşmak caiz değil” diye fetva verip, bunu da hadise dayandırıyorlar. Ebu Davud’un rivayetine göre, Peygamberimiz (sav) “Bir arkadaşınız öldüğü zaman onu bırakın, onu gıybet edip ayıplamayın” buyurmuş. Yine, Tirmizi ve Ebu Davud, Rasulullah (SAV)’ın, “Ölülerinizin iyiliklerini, güzelliklerini anın ve kötülüklerini sarf-ı nazar edin” buyurduğunu kaydediyor. İşte bu ve benzeri hadislere dayanarak, ölünün ardından, “iyi ameller”in söylenebileceğine, “kötü haller”i söylemenin caiz olmadığına hükmediyorlar.

Ancak kimse, hadisteki “ölüleriniz” ifadesine dikkat etmiyor. Tıpkı, “sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz” (Nisa/59) ayetindeki “sizden olan”ı yok sayıp, başa geçen herkese itaatin Kur’ani bir emir olduğunu iddia etmeleri gibi. Burada da, eğer ölü “müslüman”sa, “bizden”se böyle değil mi? Kafirin küfrünü, zalimin zulmünü, münafıkın nifakını, cahlin cehlini, müşrikin şirkini söylemeyecek miyiz? Üstelik, bir de “büyük zat” olarak tanıtılırsa, onların “aslında ne oldukları”nı ifşa etmeyecek miyiz?

Her kim olursa olsun, ölenin ardından hep hayır konuşulması gerektiğini iddia etmek, “Allah’a da itiraz etmek” olmaz mı? Örneğin, Tebbet Suresinde, “Ebu Leheb’in elleri kurusun!” diye beddua etmiyor muyuz? Kur’an’da, geçmişte helâk olan kavimlerin yaptıklarından, Firavun’dan, Nemrut’tan, Bel’am’dan, Haman’dan, Calut’tan söz edilmiyor mu? Uhdud Ashabını ateşte yakan kavmin melanetleri; Allah’a isyanın, dünyanın nasıl fesada boğulduğunun örnekleri kıssa kıssa anlatılmıyor mu? Hani dinimize göre, ölenin ardından sadece hayır konuşulurdu?

Geçmişte helâk olan kavimlerin yaptığı melanetlerden, zulümlerden, küfür ve isyandan Kur’an’da söz eden Allah Teala, -hâşâ- hata mı etti? -Hâşâ-, Allah’a ahlâk dersi mi veriyorsunuz?

Peki, ya ölünün hayra dair bir işi yoksa? Ya ölü, yaşadığı sürece yaptıklarıyla ve kurguladıklarıyla; öldükten sonra da toplumu, devleti, bireyi, rejimi, sistemi etkilemeye devam ediyorsa ve o etki ile icra edilenler hiç de hayır niteliği taşımıyorsa?... O zaman da mı “öldü” diye hayırla anacağız?

Mesela, Nemrut, Firavun, Ebu Cehil, Moğollar, Kazıklı Voyvoda, Hitler, Stalin, Şaron, M. Kemal, İnönü vs. bunları nasıl anacağız? Ölüm, onları aklayıp pakladı mı yani? Bugün Amerika’nın, Rusya’nın, İsrail’in ya da onların onayını alan ülke idarecilerinin mazlumlara çektirdiklerini, onlar ölünce unutacak mıyız? Esed ölünce Suriye’de yaptığı kıyımları, Fransız yöneticileri ölünce Cezayir’deki, Mali’deki katliamlarını yok mu sayacağız? Sırpların Bosna’da, Budistlerin Arakan’da, Ruslar’ın Çeçenistan’da vs. yaptıklarını, onlar ölünce unutacak; bütün bunları hayırla mı anacağız?

İstiklal Mahkemelerinde binlerce alimi asan “yargıç” adlı cellatları ve bunlara emir verenleri nasıl hayırla analım? Hilafet’i, Şeriat’ı, İslam’ın bütün hükümlerini hayattan söküp atanları, yaptığı hangi “hayır”la anacağız?

Mesele şu: Öyle bir toplum oluşturdular ki, “toplum” olmanın ana unsuru “inanç-İslam” değil. Birinin “bizden” olması için aranan nitelikler “iman-İslam kardeşliği” değil. Öyle olunca bulanık zihinler “arı-duru İslam söylemi”nden uzaklaştı; ölen herkesi “bizden” sayma gibi bir saçmalık, bir “ucube zihniyet” ortaya çıktı. Üstelik, ayet ve hadisler de malzeme yapılarak...

Ölüm, insanı günahlarından arındıran, yaptığı melanetleri meşrulaştıran bir şey mi ki, ölenin ardından kötülüklerini söylemeyeceğiz? Yaşantısı İslam’a uymayan, Kur’an’a ters düşen, zalimlerden olanın ardından, bu yaptıklarını söylemeyi yasaklamak, o kişi sanki “iyi biri”ymiş gibi bir “söylem ikiyüzlülüğü”ne sapmak, “kişilik bozukluğu” olmaz mı?

Yaşarken yaptıkları, söyledikleri, kurdukları, kurguladıkları öldükten sonra da ülkeyi, toplumu, çeşitli kurum ve kuruluşları, sistem ve unsurları vahye aykırı olarak etkilemeye devam ediyorsa, bunları değil yok saymak, bilakis söylemek ve gelecek nesilleri uyarmak gerekmez mi? Evet, “bizden” olan ölülerimizin ardından iyi konuşacağız. Ancak “bizden/mü’min” değilse; yaşantısında ahlâk, iman, amel, yaptıkları, söyledikleri, yazdıkları bakımından “iyi” birşeyler yoksa nasıl ve neyi “iyi” konuşacağız? Unutmayalım ki, insanın dünyada yaşadığı hayat, ahiretinin nasıl olacağını da, öldükten sonra dünyada nasıl anılacağını da gösterir. Bunu da kişinin kendisi belirler.

https://www.habervaktim.com/yazar/57171/olenin-ardindan-konusulmaz-mi.html

"Eşit değiliz, çünkü sizin ölüleriniz cehennemde, bizimkiler ise cennette"

Hazreti Ömer

“Ölüyü anmak, ona rahmet dilemek, onu Allâhın kelamıyla rızıklandırmakla olur. Ölülerinizi hayır ile anınız!» emri, her ölüye değil, bizim ölülerimize mahsus bir keyfiyet... Bizden, yani İslâmdan olmayan ölüleri sadece ölmüş bulunmalarıyla imtiyaz sahibi kabul etmek mümkün olsaydı Hadiste «ölülerinizi» tabirinin «ölüleri» şeklinde olması lazımdı… Ebu Cehl'i hayr ile anmak nasıl muhal ise hayatı boyunca işi gücü, zevki, hırsı İslâm düşmanlığından ibaret kimseleri, sırtına ölüm zırhını geçirdi diye lanetten masum sanmak da imkânsız... Mümin, ölüler mevzuunda da Allah için muhabbet ve Allah için buğz kanatları üzerinde uçar…”

İman ve İslam Atlası Necip Fazıl

“Allah Rasulu (sav) 'ölüleri' değil, 'ÖlüleriNİZİ hayırla anın' buyurdu. Ölüm, katiller için sığınak olamaz. Herkes ne ise öyle bilinecek.” İhsan Şenocak

“İslamiyet, "ölülerinizi hayırla yadedin" der. Asil bir ihtar. Ölülerinizi yani sizden olanları, aynı mukaddeslere inanan, aynı kavgalara katılan, aynı emel veya hınçları bölüşen insanları.” Cemil Meriç - Kırk Ambar

17 Ağustos 2018 Cuma

1923-1950 arası Hac ve umre yasaktı






Hac ve umre insan hayatının bir dönüm noktasıdır. Hac ve umre insanı değiştirir


Yazar Mehmet Paksu, "1923’ten 1950’ye kadar hac ve umre yasaktı. Rejim yasaklamıştı. Gidenler kaçak gitmişlerdi" dedi.


Umre ve hac ibadetinin Diyanet İşleri Başkanlığı kontrolünde gerçekleştirildiğini ifade eden Paksu, şunları kaydetti:


“Hac ve umre insan hayatının bir dönüm noktasıdır. Hac ve umre insanı değiştirir. Yepyeni bir insan olarak dönersiniz. Özellikle hac ibadetine dünyanın her ülkesinden insanlar gelir. Dolayısıyla bu İslami bir kongredir, Müslümanların tanışmasıdır, İslam kardeşliğinin buluşmasıdır ve insanların birbirine dua etmesidir. Bu ibadetlerin ihmalinin çok cezasını çektik.


"Özellikle 1911’den 1960’a kadar hac çok kesintili olmuştur. Hele hele 1923’ten 1950’ye kadar hac ve umre yasaktı. Rejim yasaklamıştı. Gidenler kaçak gitmişlerdi. O dönem hac ve umreye gitmek büyük bir suçtu. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, serbest bırakılmış. O zaman insanlar yoğun olarak hac ve umreye gitmeye başlamış. İnsanlar umreye 1980’li yıllardan sonra alıştı. Umre çok bilinmezdi. Özellikle Turgut Özal döneminde, İslami hizmetler arttı. 2000 yılından sonra hac ve umreye giden insan sayısında bir patlama oldu.”


Yeni Akit


Kaynak: 1923-1950 arası Hac ve umre yasaktı





Kemalist rejimin hakim olduğu Türkiye’de Hacca gitmek yasaktı





( Bu konu, “Atatürk olmasaydı ibadet edemezdiniz” diyenlere ithaf olunur. Hani devlet dine karışmayacaktı..? Bu devlet; “Allah’ın Evi Kabe” ile aramıza bile girdi ! )


Kuran-ı Kerim öğretiminin ve “Allahu Ekber” demenin yasaklanması[1] gibi uygulamalarla hafızalarda yer eden Tek Parti döneminde, tüm dini faaliyetler gibi hac farizası da yasaktı.


1947’lere kadar Türkiye’den hacca resmen izin çıkmadı. 1948’de döviz yokluğu bahanesiyle hac yine yasaklandı. Hac için ilk izin ise ancak 1949’da çıkartıldı. O yasaklı yıllarda Rusya dahi hacılarına yasak koymamıştı.


Kemalist devrimbaz Neşet Çağatay bile bunu itiraf etmektedir. Çağatay’a göre, hacca gidilmesine izin verilmesi, Imam Hatip okullarının açılması, okullarda din dersi verilmesi; çok partili sisteme geçildikten sonra halktan oy alabilmek için Kemalist rejimin verdiği tavizlerdi.[2]


Türkiye Büyük Millet Meclisi Yasama Uzmanı Izzet Eroğlu ise kemalist rejimin din aleyhindeki uygulamaları hakkında şöyle yazmaktadır:


“4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile basın ve siyasal muhalefet tamamıyla susturulmuş ve muhalif gazete ve dergilerin çoğu kapatılmıştır. Katı laiklik anlayışı doğrultusunda bazı camilerin ibadete kapatılması, hac izni verilmemesi ve dini eğitime müsaade edilmemesi din ve vicdan hürriyetini kısıtlamıştır.”[3]


Hacca izin verilmesine çeşitli sebeplerden dolayı karşı çıkan akademisyen Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun, “Bir çeyrek asırlık ömrü olan nesil, hacca ve hacılığa dair bir şey bilmezken birden bire 1947 senesi matbuatındaki havadis (hacca gitmeyi serbest bırakan haber) karşısında afallıyor, kendisinin Amerika sevdası yanında babasının Hicaz yolculuğu ve Cumhuriyet hükümetinin buna müsadesi karşısında şaşalıyor, kambiyo dairesinin önü dairenin başka işlerini haftalarca geri bırakacak derecede döviz müsaadesi isteyenlerle dolup taşıyor” şeklinde başlayan yazısına Eşref Edip sert tepki göstermişti.[4]


Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Ikinci Dünya Savaşı sırasında hac vazifesini yapmak için gittiği Hicaz’da vefat etmesi, kaderin bir cilvesi olsa gerek.[5]


1947’de görevli tabip olarak hacca giden Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun “Hac yolundan notlar” başlığıyla tefrika edilen intibaları, Cumhuriyet devrindeki bu ilk hac yolculuğu için önemli bilgiler ihtiva etmektedir.[6]


Matbuatta yer alan bilgilere göre 1947 sonbaharında ilk defa resmi yollarla 7000 kişi hacca gitti.[7]


Hacıların zemzem ve hurmalarına Türkiye sınırında el kondu, döküldü, yakıldı. Dinde reform kitapları yazan Osman Nuri Çerman’ın 60 darbesinden sonra milletvekillerine de dağıttığı kitabındaki kanun teklifinin bir maddesi şöyle düzenlenmiştir: “Türk vatandaşlarının Hacca gitmesi yasaktır. Hac mevsimi dışında turist sıfatiyle Arabistan’a seyhat serbesttir.”[8]


Zaten M. Kemal’in CHP’si, “hacca gitmeyi” yasakladıklarını inkar etmiyor…


“CHP Kadın Kolları” tarafından 2005’de yayınlanan ve yayın hakları CHP’ye aid olan “Cumhuriyeti Kuşatanlar” isimli kitapta, çok partili hayata geçişten sonra halktan oy alabilmek için verilen tavizlerden şikayet ediliyor.[9]


Kitapta, Müslmanların gasp edilen haklarını geri almaları şöyle değerlendiriliyor:


“Devrimler karşısında sinmiş, pusuya yatmış olan gerici kesim için bu süreç; ‘demokratikleşme’ kisvesi altında ortaya çıkıp, özlemini çektikleri ‘irtica’ düzenini yeniden yaşatmak açısından, çok uygun bir zemindi.”


Başka bir sayfada ise şöyle denilmektedir:


“Kısaca bu dönem; bir ‘demokrasi dönemi’ değil, aksine bir kronolojik dizgide sıralanmış gibi, adım adım Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerinden uzaklaşılan; dinin siyasallaştığı, yani demokrasinin gerçek anlamda tehdit altına girdiği bir dönem olmuştur.


Yani CHP’ye göre, Imam Hatip kurslarının açılması, din derslerine konulan yasağın kalkması, hacca gitmek isteyenlere izin verilmesi vs. hepsi “irtica”dır ve bu dönem “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerinden uzaklaşılan” bir dönemdir.


Kısacası Müslmanlara verilen bu haklar en fazla “taviz” olabilirdi.





KAYNAKLAR:


[1] Kemal Atatürk’ün eseri: Kuran ve Ezan’ın yasaklanması:


http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/04/29/kemal-ataturkun-eseri-kuran-ve-ezanin-yasaklanmasi/


M. Kemal Atatürk Din derslerini ve Imam Hatipleri kaldırmadı yalanı


http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/06/14/m-kemal-ataturk-din-derslerini-ve-imam-hatipleri-kaldirmadi-yalani/


[2] Prof. Dr. Neşet Çağatay, Türkiye’de Gerici Eylemler (1923’den Buyana), Ankara Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972, sayfa 41.


[3] Türkiye Büyük Millet Meclisi Yasama Uzmanı Izzet Eroğlu, Yasama Dergisi 14, 1924 Anayasası Döneminde Insan Haklarının Normatif Çerçevesi ve Uygulaması, sayfa 83.


[4] Eşref Edip, “Müslümanların mukaddesatına tecavüz eden saygısız bir profesör”, Islam-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, cild 2/85, Kasım 1947, sayfa 7-12.


[5] Mustafa Yılmaz Çağlayan, Erzurum Ansiklopedisi, “Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri” maddesi, Erzurum 2014.


[6] Akşam Gazetesi 8, 9, 11, 12, 13, 16, 17 Aralık 1947. Bu tefrika daha sonra kitaplaşmıştır: Hac Yolu, Ismail Akgün Matbaası, Istanbul 1948.


[7] Ömer Rıza Doğrul, “Hacca giden vatandaşların çektiği eziyet”, Selamet, sayı 28, 28 Kasım 1947/15 Muharrem 1367.


[8] Tafsilat için bakınız; Prof. Dr. Ismail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak Islam, cild 2, Dergah Yayınları, Istanbul 2016, sayfa 35, 36.


[9] CHP Kadın Kolları, Cumhuriyeti Kuşatanlar, Mart Matbaacılık, Istanbul 2005, sayfa 30.


[10] Hacca gidilmesine ancak 1947 – 1949’dan sonra izin çıktığına dair birkaç kaynak:


– Şaban Sitembölükbaşı, Türkiye’de Islam’ın Yeniden Inkişafı (1950 – 1960), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995, sayfa 23.


– Hürriyet Konyar, Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde CHP’nin Lâiklik Politikasındaki Değişim, Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 135, Mayıs 1994, sayfa 39.



Türkiye’de bir zamanlar Hac yasaktı
1940’larda Hacca gitmek yasaktı. 1968’de Umre’ye giden Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, umre resimlerini yaktırmıştı. 1997’de Prof. Necmettin Erbakan Hacca gittiği için bir paşanın hakaretine uğramıştı. Bugün ise Cumhurbaşkanı ile Genelkurmay Başkanı umreden sonra Peygamberimiz’in kabrinde omuz omuza namaz kılıyor.





1948’DEKİ O YAZI


Ne demek istiyorum. Kısa bir, ‘Eski Türkiye’ yolculuğuna var mısınız. Şimdilerde referanduma hayır için şövalyelik yapan CHP’li Tek parti döneminde hac dahi yasaktı. Hakiki ezanın yasak olduğu, çocukların kulaklarına bile ezan okumanın suç sayıldığı günlerde. hacca gitmek de yasaklanmıştı. Gerekçe olarak yoksulluk, döviz kıtlığı gösteriliyordu. Ancak aynı yıllarda Mekke ve Medine dışında dünyanın başka şehirlerine gitmek serbestti, dahası yurt dışından milyonlarca lira karşılığında heykeltıraşlar getiriliyor ülkenin dört bir yanı heykellerle donatılıyordu. 1948 tarihli Sebilürreşad sayılarında “Hac Yasak Edilebilir mi?”, “Bu yıl Hac Niçin Yapılmadı”, başlıkları dikkat çekiyordu. Sebilürreşad’ın haberi, ‘Senelerce uygulanan yasaktan sonra...” diye başlıyordu. Aynı derginin sayılarında, 1947 yılında Kütahya’da Takvacılar Camii’inde, iç ezanı Arapça okudukları için iki kişi hakkında 3’er ay hapis cezası verildiği de yazıyordu.


HÜKÜMETİN GEREKÇESİ


CHP hükûmetinin Dışişleri Bakanlığı, 22 Mayıs 1948 tarihinde Başbakanlığa yazdığı bir yazıda şu ifadelere yer veriyordu; “17 Ekim 1947 tarihli ve 3/6507 sayılı Bakanlar Kurulu kararının üçüncü maddesindeki ‘yeniden hacca gitmek isteyenlere müsaade olunmaması’na dair hükmün, önümüzdeki hac mevsimi için de tatbiki [uygulanması] hususu Bakanlar Kurulu’nda görüşülüp, şifahen [sözlü şekilde] kararlaştırılmış olduğuna nazaran; önümüzdeki hac mevsimi için vatandaşlarımızın Hicaz’a gitmesine müsaade edilemeyeceği bildirilmiştir” deniliyordu.


Kısacası hac 1948 yılı için de uygun görülmemişti. Dışişleri Bakanlığı yazısında, haccın bu yıl için de yasaklandığından söz ediliyor; fakat bir konuda hassasiyet gösteriliyordu. O da, meselenin yanlış anlaşılmamasını sağlamaktı. Türkiye’de o tarihlerde umre zaten bilinmiyordu bile. Hac ise yasak ve lüks sayılıyordu. Bu durum o kadar tabu haline getirilmişti ki, normal vatandaşlar kaçak yollardan, İran veya Suriye üzerinden turistik gezi gibi göstererek ancak Hacca gidebilirken, kamu görevlileri ve siyasiler itina ile bu ibadetten kaçınıyordu. Bu durum uzun yıllar devam etti. Ta ki Özal ve Erbakan’lı yıllara kadar...


Bugünkü nesil bilmeyebilir, ancak bu ülkede yakın zamana kadar dindar olmanın ağır bedelleri vardı.





KORKUDAN FOTOĞRAFINI YAKTIRDI


Bu korku o kadar etkisini sürdürmüştü ki; 5’inci Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 1968’de Umre’ye gitmiş, fakat Türkiye’de göreceği baskıyı hesap ederek umre görevini ifâ ederken çekilen ihramlı fotoğraflarını yaktırmıştı. Yakılan fotoğraflar aynı zamanda memleketimizin nasıl bir dönemden geçtiğinin de fotoğrafıdır aslında. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, 1970’lerin ortasında ilk Hacca giden Konya Valisi Hazım Oktay Başer de malum çevrelerin lincine maruz kalacaktı.


Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın gizliden yaptığı umre ziyaretinin benzerini darbeyle milletin yüreğinde büyük yaralar açan 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren gerçekleştirecekti.


BEN DEĞİL DEVLET LAİK


Türkiye Cumhuriyeti’nin 46’ncı Hükümeti’nin Başbakanı Turgut Özal da, 20 Temmuz 1988 tarihinde Hac görevini yerine getirmişti. Ancak Başbakanlığı döneminde Türkiye’de büyük değişimlerin yolunu açan Özal da büyük bir eleştiri bombardımanından kurtulamaz. Eleştirilerin ardı arkası kesilmeyince de; “Devlet laik, ben değilim” karşılığını verir.


http://www.star.com.tr/pazar/turkiyede-bir-8200-3bzamanlar-hac-8200-3byasakti-haber-1188036/



CHP, İnkılap ve hac yasağı


CHP VE DEVRİM YASASI


Hatırlanacağı gibi, 26 Kasım 1934 tarihinde kabul edilen bir yasayla; “ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi ve hazretleri gibi lakâp ve ünvanlar” kaldırılmıştı. Bundan böyle, erkek ve kadın vatandaşlar, yasaların karşısında ve resmî belgelerde yalnızca adlarıyla anılacaklardı. Unutulmasın ki; soyadı yasası da tam bu sırada,


2 Temmuz 1934 tarihinde benimsenmişti. Ancak uygulamaya geçilmesi için 2 Ocak 1935’i beklemek gerekmişti.


http://www.star.com.tr/yazar/chp-inkilap--ve-hac-yasagi-yazi-991929/

3 Ağustos 2018 Cuma

Mehmet Âkif Ersoy Kimdir





öncelikle mehmet akif hakkında neden bu yazıyı hazırladığımı açıklayım

bugün akif’i aşırı övenlere baktığım zaman genelde hadis inkarcısı grubu görüyorum bunları açıklamak için bu yazının yazılması gerektiğine inanıyorum ayrıca akif Abdülhamid han hakkında söylediklerine pişman olduğunu söylüyorlar peki pişman oldu ise neden safahat isimli şiir kitabından Abdülhamid’e hakaret ettiği bir çok dizenin çıkartılmasını neden istemedi?

Abdülhamid hana hakaretleri büyük bir suç olmakla birlikte mason sahte din adamları olan abduh ve afgani’yi şiir kitabı olan safahat’ta övmesi ise çok daha büyük bir suçtur Kuran meali yazacak kadar dini bilgisi olan akif bu müsteşriklerin gerçek yüzünü anlayamadı mı da bunları övdü hadi övdü diyelim daha sonra peki bunların hain olduğunu anlayamadı mı? ve bugün o müsteşriklerin bugünkü temsilcileri abduhçu olduğu için akifi sevmeleri de tezimizi ispatlamaya yeterlidir ayrıca diktatör dedikleri Abdülhamid devrinde Abdülhamid’e hakaret içeren şiir kitabı yayınlaması da Abdülhamid’in diktatör olmadığının kanıtıdır ve akif madem haksızlık karşısında susmayan biri idi de İslam’ın bir çok hükmünü yasaklayan islam düşmanı atatürk hakkında neden olumsuz bir laf söylememiştir!!!

Mezhepsizler kitabından alınan aşağıdaki ifadelerin tamamı mezhepsiz Süleyman C.Oğluna aittir. Bu kişi, Meyal dergisinde diyor ki:

Mehmet Akif hazretlerini sevişimin birçok sebepleri vardır. En başta Akif, Şeyh Abduh’u, Şeyh Afganî'yi çok severdi. Onlar gibi bir inkılap yapmayı arzulardı.

1966 baskılı SAFAHAT isimli kitabında diyor ki:

“Ortalık şöyle fena böyle müzebzep işler, Ah o Yıldızdaki baykuş ölüvermezse eğer” (s. 402) “Çoktan beridir vardı benim bir derdim, Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim. Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid, Al-i Osmandan bu korkaklık edilmezdi ümid.” (s. 415) “Ah efendim o ne hayvan o nasıl merkepti.” (s. 421) “Ah efendim o herif yok mu kızıl kâfirdi.” (s 422)

“Mısırın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh.” “Çıkarıp gönderelim hâsılı şeyhim yer yer, Oradan âlem-i İslama Cemaleddinler.”

Mezhepsizler isimli kitapta, Akif için deniyor ki:

Baytar idi. Şiirleri çok heyecanlıdır. İstiklâl marşını yazmışsa da, Safahat’ta, Allah’a dil uzatmakta, Müslümanların halifesi ikinci Abdülhamid hanın şanını zedeleyen çok çirkin iftiralar atmakta, sicilli mason Abduh’u övmekte, onun gibi dinde reform istemekte ve bir çalgıcıyı, çalgısının seslerini ilahi sese benzetmektedir. Ahmed Davudoğlu hoca, Din tahripçileri kitabında Âkif’in de diğer reformcular gibi, ilhamı doğrudan doğruya Kur’andan aldığını bildirmektedir.

İstibdat isimli şiirinde Halife-i müslimine diyor ki: Düşürdün milletin en kahraman evladını ye’se, Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-i İblis’e.

Bir İslam halifesine mel’un diyene ne demeli? Şeytana rahmet okutmak tabiri de çok çirkindir. İslam halifesi için yazdıkları çoktur. Akif, bu çirkin hakaretleri için tevbe etmemiştir.

Abdülhamid han hazretleri tahttan indirildikten sonra da yine düşmanlığı bitmemiş, İSTİBDAT şiirini yazmıştır. Şiirinin başı şöyledir:

Yıkıldın gittin amma ey mülevves devr-i istibdad, Bıraktın milletin kalbine çıkmaz bir mülevves yad. Mülevves = Kirli, pis demektir. Mülevves yad = Kirli hatıra demektir.

Hâlbuki Rıza Tevfik Bölükbaşı, Süleyman Nazif gibiler tevbe etmişler ve tevbelerini de dile getirmişlerdi. Mesela Rıza Tevfik Sultan Abdülhamid han için diyor ki:

Târihler adını andığı zaman, Sana hak verecek hey Koca Sultan, Bizdik utanmadan iftira atan, Asrın en siyâsî pâdişâhına.

Süleyman Nazif de diyor ki: Pâdişâhım gelmemişken yâda biz, İşte geldik senden istimdâda biz, Öldürürler başlasak feryâda biz, Hasret olduk eski istibdâda biz.

Maalesef Akif’in tevbesini bildiren bir satırı yoktur. Akif sadece Müslümanların halifesine dil uzatmakla kalmıyor, o halifenin yaratıcısına yani Allahü teâlâya da saldırıyor:

Ey bunca zamandır bizi tedib eden Allah, Ey âlemi islamı ezen, inleten Allah!

diye başlayan şiirinde (Yeter artık çektirdiğin cezalar) diyor.

Allah’a böyle nasihat verilir mi hiç? Allah bize zulüm mü ediyor hâşâ? Herkese layık olduğunu veriyor. Bunun için, Nahl suresinin 33. âyet-i kerimesinde bildirildiği gibi, ilim ehli buyuruyor ki:

Hâşâ zulmetmez kuluna Huda’sı, Herkesin çektiği kendi cezası.

Yine bir şiirinde diyor ki:

Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun, Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun, Mademki ey adl-i ilâhi, yakacaktın, Yaksaydın ya melunları, tuttun bizi yaktın, Yetmez mi musap olduğumuz bunca devahi?Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi? Devahi’ye musap olmak = büyük belalara uğramak demektir.

Akif özetle demek istiyor ki: Ya Rabbi, gâvurları yakman gerekirken Müslümanları yaktın. Bu nasıl ilahi adalet? Allah’a böyle söyleyenin elbette ağzı da kurur dili de. Bu şiirinin sonunda da Allah’a diyor ki:

Böyle bir şehidin mükâfatı ancak zaferdir, Vermezsen ilahi dökülen hunu hederdir. Hun, kan demektir. Allah’a öğüt veriyor, bak zafer vermezsen şehidlerin kanı heder olacak, boşa gidecek diyor. Zafer olmasa bile şehidin kanı heder olur mu hiç? Sonra hâşâ Allah bilmiyor mu bunları?

Vehhabiler, Allah Arş’a istiva etti ayetinden, hâşâ Arş Allah’ın mekânıdır diyorlar. Akif de, Allah’a öğüt veriyor, Eğer bu zulümleri durdurmazsan, Arşın yanar, yani evin başına yıkılır diyor. Süleyman Nazif’e başlıklı şiirinde diyor ki:

Yakmaz mı bu tufan bu duman gitgide Arş’ı, Hissiz mi kalır lücce-i rahmet buna karşı? Lücce = deniz demektir. Rahmet denizin niye hissiz kalıyor diyor. Hâşâ Allah’ın hissi mi olur? Allah’ı da insanlar gibi sanıyor. Allah Arş’ı çok övüyor, Arş asla Akif'in sözü ile yanmaz.

Firavun ile yüz yüze isimli şiirinin son satırında, vehhabiler gibi, evliyadan, yatırlardan yardım istemeye karşı çıkarak diyor ki:

Bu hakkı ne taştan ne de leşten istemeli? Vehhabiler Eshab-ı kiramın kabirlerindeki taşları söküp kabirlerini dümdüz ettikleri gibi, bu da yatırdaki zata leş diyor. Bir de şehitleri överken yine türbelere çatarak diyor ki:

Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez.



Yine bir şiirinde diyor ki: Bu Kur’an inmemiştir, ne fal bakmak için, Ne de kabirde okumak için.

Kabirde Kur’an okunmaz mı? Tam Vehhabi zihniyeti. Kabirde okumayı fala bakmakla eş tutuyor. Akif’in mason Efgani ve mason Abduh’u öven şiirleri, onlar gibi inkılap (reform) istemesi, onun da onlar gibi bir reformcu olduğunu gösteren en bariz delillerdendir. ASIM isimli çok uzun bir şiirinin son kısmında diyor ki:

Mısır’ın en muhteşem üstadı Muhammed Abduh, Konuşurken neye dairse Cemaleddinle, Der ki Tilmizine Afganlı, Muhammed dinle, İnkılab istiyorum hem çabucak, Öne bizler düşüp İslam’ı da kaldırmazsak, Nazariye ile bir şeyler olur zannetme, O berahini de artık yetişir dinletme. İnkılab istiyorum ben de, fakat Abduh gibi.

Berahin, burhan = hüccet, delil kelimesinin çoğuludur. Teselsülün butlanı demek, her şey bir sebebe bağlıdır yani her şeyi bir yaratan vardır, yaratanın da yaratanı vardır şeklindeki silsile bâtıldır. Bunları reddeden delilleri bana söyleme diyor. Yani inkılap (reform) isteyen bu reformcu, dine aykırı konuşuyor.

İslam’ı kaldırmak tabiri de hoş değildir. Yere düşmüş olan Müslümanlardır. İslam yücedir, yerde değildir. Yerdeki Müslümanlar da, İslam’a yapışıp yükselebilirler. Süleymaniye kürsüsünden isimli uzun şiirinde Japonları anlatırken diyor ki:

Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler, Ulema, vahy-i ilahiyi mi bilmem bekler?

Herkes bilir ki vahy-i ilahi ancak peygamberlere gelir. Ulema, o kadar cahil mi de kendilerini peygamber zannetsin? Ulemaya böyle çirkin iftira atması, Abduhçu olmasından ileri gelmektedir.

Şiirleri buna benzer hatalarla doludur. Resmi için diyor ki:

Dış yüzüm ağardıkça ağarmakta fakat, Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası. Beni kendimden utandırdı şimdi hakikat, Bana hiç benzemeyen suretimin manzarası.

O kadar yanlış söz arasında bir de doğru söz söylemiş. Doğru sözüne ne denir?



Sevenlerinin dili ile Akif Akif de, Abduh gibi teselsülün butlanına da muhalifti.

“O berahini de yetişir artık dinletme” derdi.

Her ne kadar Ahmed Davudoğlu Hoca ve diğer mukallitler bu ifadeyi küfür saymışlarsa da Selefiyye yolundakiler daima takdir etmişlerdir. Akif âlem-i İslam’a Cemaleddinler salarak bir Âsım nesli meydana getirmek istiyordu. Bunu Meyal dergisinin başaracağını sanıyorum. Sonra Akif'in cesaretini hiç kimse inkâr edemez. Ne diyor büyük şair:

Nur istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun, Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun, Mademki ey adl-i ilâhi, yakacaktın, Yaksaydın ya melunları, tuttun bizi yaktın, Yetmez mi musap olduğumuz bunca devahi? Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhi?

Şimdiye kadar böyle cesur şair çıkmamıştır. Kâfirleri yakacağın yerde bizleri yaktın, bu adalete uygun mudur, yok musun adl-i ilâhi? gibi sözlerle Akif çok büyümüştür.

Bu büyük sözlere mukallitler karşı çıkarak diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden sual olmaz. Nur isteyene yangın gönderiyorsa demek ki hak etmişler ki yangın gönderiyor. Kâfirleri, melunları yakmayıp da Abdulhamid Han'ın düşmanlarını yakmışsa bunun da bir hikmeti vardır. Yok musun adl-i ilâhi diye Cenâb-ı Hakka dil uzatmak Akif'ten başka kimseye nasip olmamıştır. Her şey adl-i ilâhinin içinde cereyan etmektedir. Bazı gözler bunu görmüyorsa adl-i ilâhiye hücum etmek mi gerekir? Var olan adl-i ilâhiye yok musun denir mi?”

İşte mukallitler Akif gibi büyük bir zatı böyle tenkit ettiler. Hele Davudoğlu bu hususta kitap bile yazdı. Abduh’u ve onun yolunda olan Akif'i seven herkes Davudoğlu’na düşman olmalıdır. Akif, müctehidler müctehididir. Akif için fukahanın sözü ve kıyası mühim değildir. İcma da mühim değildir. Hattâ hadîs bile. Akif için tek kaynak vardı: Kur'an. Akif'in ilham aldığı tek yer Kur'ândı. Onun için Akif, mukallitleri kızdıran şu mısraları söylüyordu:

Doğrudan doğruya Kur'andan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı.

Zaman sana uymazsa sen zamana uy demiş atalar. Akif gibi İslam’ı asrın anlayışına uydurmak lâzımdır.



Akif her ne kadar İslâm âlimlerinden nakli esas almamışsa da tek ilham aldığı yer Kur'an olduğunu bildirmişse de onun da bu yolda üstatları vardı. Bunu şöyle anlatıyordu: “İnkılâp istiyorum ben de, fakat Abduh gibi...” (Not: Buraya kadar olan ifadelerin tamamı reformcu Süleyman C. Oğlu’na aittir.)

Zırva tevil götürmez

Sual: Bektaşi’ye, (Niye namaz kılmıyorsun) demişler. (Kur’anda Allah, “Namaz kılmayın” buyuruyor. Ben de onun için kılmıyorum) demiş. Hemen âyetin devamında “Sarhoş iken” diye yazıyor. Onu gizliyor. Siz de, Akif’in şiirinin sadece bir kısmını cımbızla alıyorsunuz, anlam değişiyor. Mesela, (Bu Kur'an fala bakmak ve kabirde okumak için inmemiştir) demişse de, bu mısraların başına bir sadece eklenirse anlam düzelir. (Bu Kur'an sadece fala bakmak ve kabirde okumak için inmemiştir) olur ve eleştirecek yeri kalmaz.

CEVAP

Biz cımbızla değil, kopyalayarak alıyoruz. Sadece kelimesini biz niye ekleyeceğiz ki? Ekleme çıkarmalar manayı değiştirir. Sizin dediğiniz gibi sadece kelimesini eklersek, (Sadece fala bakmak için inmemiştir) olur ki bu da, (Kur'an fala bakmak için de inmiştir)demek olur. Görüldüğü gibi tevil edilirse daha kötü oluyor. Onun için atalarımız, (Zırva tevil götürmez) demişlerdir. O kadar yanlışın hangi biri tevil edilir ki? Ulu Hakan’a melun, kızıl kâfir demesini mi tevil edeceğiz? Yoksa (Abduh gibi reform) istiyorum sözünü mü? Hâşâ Allah’tan hesap soran (Ya Rabbi, gâvurları yakman gerekirken Müslümanları yaktın. Bu nasıl ilahi adalet?) sözü mü tevil edilecek?

Zâlime yardım eden

Sual: F. Bilgiler kitabında, (Mevdûdî, el altından Suudî Arabistan’la işbirliği yaptı. Medine’deki Vehhâbî istişare kuruluna üye oldu. Fakat [İbni Asakir’in bildirdiği] (Bir zâlime yardım edene, Allahü teâlâ o zâlimi musallat eder) hadis-i şerifi tecelli ederek, yanaşmak istediği kimseler tarafından hapsedildi) yazıyor. Bugünlerde, Mehmet Akif’in hayatı ve Cumhuriyet rejimine hizmetleri anlatılıyor. Milletvekili de olup çok hizmet ettiği bildiriliyor. Cumhuriyetçi olduğunu ispat için hanımının ve kızının açık resimlerini yayımlamışlar. Batı müziğini çok seven Batı aydını biri olduğunu yazmışlar. Daha sonra hizmet ettiği kimseler tarafından dışlanıyor. İrtica suçlamasıyla takip ediliyor. Vatan haini gibi bir muamele gördüğü için Mısır’a gitmek zorunda kalıyor. Acaba, yukarıda bildirilen hadis-i şerif mi tecelli etti?

CEVAP

Kesin bir şey söylemek yanlış olur. Ancak bildiğimiz şu ki, bu kimseler, bir insan, kendilerine ne kadar çok hizmet ederse etsin, kendilerinden olmadığı müddetçe, ondan memnun olmazlar. (Dinlerine uymadıkça, onlar senden asla hoşnut olmazlar) mealindeki âyet-i kerime, böyle durumları açıklar mahiyettedir.

Bunlar, kendilerinden olmayıp da, kendilerine böyle yarananları, önce el üstünde tutarlar, kullandıktan sonra çöpe atarlar. Bilemeyiz, Mehmet Akif de, bu zihniyetin kurbanı mı olmuştur?

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=7172