17 Aralık 2015 Perşembe

Diriliş Muştusu Olmak




Ali (b. Ebî Talib) (r.a)'dan; Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Dünyanın ömründen sadece birgün kalsa bile, Allah (c.c) benim Ehl-i beytimden bir adam gönderecektir. O dünyayı, (daha önce) zulümle olduğu gibi, Adaletle dolduracaktır." İbn. Mâce, Fiten 34 Ahmed b. Hanbel 1-299, III -28,37. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/401-402.

Ebû Saîd El Hudrî (r.a)'dan rivâyt edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Mehdî ben (im neslim) dendir. O açık alınlı ve ince burunludur. Dünyayı zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracak ve yedi sene hüküm sürecektir." Ahmed b. Hanbel II-291, 111-17. Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 14/403-404.

Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Mehdi bendendir; açık alınlı ve doğan burunludur; yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır.” Sünen-i Ebî Davud, hadis: 3736; el-Müstedrek, c.4, s.557; et-Tac, c.5, s.364; Nur’ül-Ebsar, s.145; Müntehab-u Kenz’il-Ummal, c.6, s.30 ve…

Ebu Said Hudrî’den; dedi ki: Allah Resulü şöyle buyurdu: “Ahır zamanda ümmetime sultanları tarafından çok ağır bir belâ inecektir. Öyle ki, ondan daha ağır bir belâ duyulmamıştır; hatta bu geniş yeryüzü onlara dar gelecektir. Yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolacaktır. Mümin bir kimse zulümden sığınacağı bir sığınak bulamayacaktır. Sonra Allah Azze ve Celle benim itretimden bir kişiyi gönderecek. O, yeryüzünü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. Ondan göğün de ehli, yeryüzünün de ehli razı olacaktır. Yer, tohumundan hiçbir şeyi saklamadan yeşertecektir; gökte bulunan bütün yağmuru Allah, onlara bol bol yağdıracaktır. O, onların arasında yedi, sekiz veya dokuz sene yaşayacaktır. O zaman öyle bolluk ve esenlik ortamı olacaktır ki, ölen insanlar bile Allah’ın yer halkına olan hayrından dolayı tekrar dirilmeyi arzulayacaklardır.” Müstedrek’üs-Sahihayn, c.4, s.1334; İs’af’ür-Rağibîn, s.134; Yenabî’ül-Mevedde, s.341, ve…

Abdullah bin Ömer’den; dedi ki: Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:“Mehdi zuhur ettiğinde başının üstünde bir bulut olacak ve oradan bir münadi şöyle seslenecek: Bu Mehdi, Allah’ın halifesidir, ona tâbi olun.”

Yine Abdullah bin Ömer’den; dedi ki: Allah Resulü (s.a.a) şöyle buyurdu: “Mehdi zuhur ettiğinde başının üstünden bir melek: ‘Bu Mehdi Allah’ın halifesidir, ona tâbi olun.’ diye nida edecek.” Ebu Nuaym, Erbaune Hadisen, 16. Ve 17. hadis.



Ahir zamanda Muhammed bin Abdullah isimli Ehl-i Beyt’ten birisi, doğu tarafından çıkacak ve Allah onunla bu dini güçlendirecektir. O kişi, Fatıma (Radiyallahu Anha)’nın soyundan, Hasan (Radiyallahu Anhuma) yoluyla gelir. Alnı şakaklarına kadar açık, burnu uzun ve kıvrık, uç tarafı ince ve ortası kemerlidir. Doğu tarafından, bayrakları siyah olan bir topluluk onun zaferine yardımcı olacak, onun alt yapısını kuracak ve ordusunu oluşturacaktır. Allah (Azze ve Celle) bir gecede Mehdi (Aleyhisselam)’ı ıslah eder ve eski halinden başka bir hale çevirir. O insanların arasında anlaşmazlıkların ve depremlerin olduğu bir zamanda ortaya çıkacaktır. Yeryüzü ondan önce zulüm ve haksızlıklarla dolu olduğu gibi, onun gelmesiyle adalet ve doğrulukla dolacaktır. Gökte ve yerde bulunan herkes ondan razı olacaktır. Yedi sene idarede bulunacak, onun zamanında Allah-u Teâlâ bol yağmur yağdıracak, yerden de bolca ürün çıkacak, mal sayılamayacak kadar çoğalacak ve ümmet arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. İsa (Aleyhisselam) gökten inince onun arkasında namaz kılacaktır. Müslim 156/247, Ebu Davud 4282, 4285, Tirmizi 2331, 2333, İbni Mace 4082, 4086, Ahmed 1/84, 645, 3571, 3573, 4098, 4279, Mecmau’z-Zevaid 7/313, 314, Hâkim 4/557, 558, Albâni Sahiha 711, Albâni Sahihu’l-Cami 6734, 6736

Mehdi (Aleyhisselam)’ın gelişiyle ilgili hadisler mütevatir derecesinde olup Ehli Sünnet âlimlerine göre onun gelmesine iman etmek vaciptir. Bu hadisleri Muhammed bin Cafer el-Kettanî, ‘Mütevatir Hadisler’ ismiyle tercüme edilen kitabında derlemiştir.


http://www.sahihhadisler.com/?pid=p&id=1385&mcid=178

İnsan ilk yaratıldığı andan beri muhteşem insana doğru yol almaktadır.

Peki bu muhteşem insan kimdir?

Muhteşem insan (Peygamberler ve sahabiler hariç) bir insanın ulaşması gereken en yüce kişiliktir.

Muhteşem insan Mehdi’dir. (Mehdi ile Mesihi karıştırmayalım Mesih Hazreti İsa’dır, Mehdi ise bizim gibi normal insandır.)

Mehdi gibi yaşamak diriliş erinin vazifesidir.

Mehdi’yi Mehdi yapan değerleri sorgulamalı ve ona göre yaşamalıyız.

Her diriliş eri Mehdi yardımcısı olacaktır.

Mehdi’den bahsetmişken Sahte Mehdi’den de (deccal) bahsedelim Aslında deccal’de Mehdi olduğunu iddia edecektir fakat deccal’i Mehdi’den ayıran fark Allah rızasıdır.

Deccal’de kurtarıcı olduğunu iddia edecektir fakat o kendi nefsi için çalışacaktır. Konumuz deccal değil onun için bu konuyu uzatmadan şu uyarıyı yapmak istiyorum Mehdi sandığınız kişinin gerçek Mehdi olduğunu anlamamızın tek yolu onun davranışlarının Kuran ve Sünnete uyup-uymadığıdır.

Konuyu toparlayacak olursak yazının amacı Sezai Karakoç’un tarif ettiği “Diriliş erini” anlatma çabasıdır.

Diriliş eri kimdir nasıl olmalıdır?

Diriliş eri her şeyden önce Müslümanlığı tam anlamı ile hayatına yansıtmalı ve davranışları ile örnek olmalıdır.

Diriliş eri birleştiricidir. Yani tek bir grup ya da cemaate bağlanmadan bütün Müslümanları kucaklayıcıdır.

Diriliş eri kendini sürekli geliştirmek zorundadır. Örnek alacağı insanların sadece iyi yanlarını kendinde toplar.

Diriliş eri iyi bir okuyucudur. Başta dini eserler olmak üzere Müslüman yazarların da eserlerini mutlaka okumalı ve incelemelidir. Mesela Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu’nu özellikle derinlemesine okumalı ve bu dört kişinin fikirlerini iyice anlamalı ve mümkün olduğunca hayatına da yansıtmalıdır.

Diriliş eri kendine sadece yüce şahsiyetleri örnek almalıdır. Mesela Hazreti Ömer’i, Fatih’i, Selahaddin Eyyubi’yi iyi tanımalı ve onları kendine örnek almalıdır. Sadece sevmek ve övmek değil bilakis bizzat onlar gibi olmaya gayret göstermelidir.

Diriliş eri öncelikle kendini düzeltmelidir. Zaten kendini düzeltmeden girişilen işler tarihte hep güdük-yarım- kalmıştır. Onun için kendimizi her an sorgulamalı ve düzeltmeye çalışmalıyız.

Diriliş eri hoşgörülüdür. Fakat bu hoşgörü dini sınırlar içinde kalmalıdır yani yapılan hatanın topluma bir zararı yoksa onu hoş görür fakat toplumu kötüye götürecek ya da kötü örnek olacak bütün kötülüklere elinden geldiğince müdahale eder ve düzeltmeyi kendine vazife bilir.

Diriliş eri iyi bir babadır(oğuldur, eştir) Yani davasına sahip çıktığı kadar ailesine de sahip çıkar ve onların haklarını yerine getirir.

Diriliş eri cesurdur. Bir adım atılması gerekiyorsa sağına soluna bakmadan adımını atar ve gereğini yapar.

Diriliş erinin boş vakti yoktur. Onun için boş şeylerle uğraşmaz. Vaktini televizyonla diziyle maçla geçirmez.

Diriliş eri paraya tapmaz. Para için hayatından değerlerinden ödün vermez gerekirse aç yaşar ama kafire soysuza el açmaz.

Diriliş eri kapitalist olmaz. Bir ev ve bir arabadan fazla mal edinmez. Fakire muhtaca hakkını verir. Altın almaz, satmaz. Altına değer vermez. Altından özellikle kaçınmak lazım - çünkü bütün sorunların kaynağı mal biriktirmektir- Ve özellikle faizden , kredi kartından uzak durmak gerekir. (Ticaret helaldir yanlış anlaşılmasın ama mal biriktirmek için değil sadaka vermek hayır yapmak için o servet kullanılmalıdır.)

Diriliş eri alçak gönüllüdür. Kendini üstün görmez, yaptığı iyiliği çok görmez, başa kakmaz. Eleştiriye açıktır. Düşmanı bile doğru söylese onu kabul eder ve gerektiğinde özür dilemeyi borç bilir.

Diriliş eri sabırlıdır. Diriliş erinin görevi çabalamaktır. Başarılı olmadım diye ümitsizliğe düşmez Çünkü başarı Allah’ın lütfü ile olur. Bize düşen hak yol uğrunda çabalamak, çabalamaktır.

Diriliş eri şöhretten makamdan olabildiğince kaçar. Eğer böyle bir yüksek makama geldi ise şımarmaz kendini bozmaz. Çünkü hesabı Allah’a vereceğini unutmaz.

Diriliş eri her şeyden önce Müslümandır ve Müslümanca yaşaması Müslümanca ölmesi gerektiğini bilir. Bundan sonrası size kalmış bu yol zor, işimiz çok ama unutmayın ki diriliş eri davasının hakkını verirse onu ahirette bekleyen bir cennet vardır.

Dünyanın geçici malına aldanmayın bizim gayemiz Allah rızasıdır.

Mustafa Şenyurt Ankara 16 Aralık 2015
















7 Aralık 2015 Pazartesi

Cemalnur Sargut Gerçeği











Cemalnur Sargut Başımı örtmüyorum çünkü


Cemalnur Sargut Sapıtmıştır Uzak Durun


https://youtu.be/JWPZC96jZ4w





BAŞINI ÖRTMEYEN KADIN MEVLEVİ ŞEYHİ (!)


Bakın mesela Habertürk gazetesi bu kadına sormuş: “Neden başınızı örtmüyorsunuz?”diye. Cevap ne olmalı: “Allah’u Teâlâ örtünmeyi emrediyor ama ben yapmıyorum veya şu şu sebepten dolayı yapamıyorum.” Olmalı değil mi? Bakın Cemalnur Sargut nasıl bir cevap veriyor:


“tesettürün insanın gönlünde olduğuna iman ediyorum. Esas önemli olan çirkin huyların ve aynı ölçüde aşırı güzelliklerin örtülmesidir. İslam eşittir tesettür diye bir şey oldu. Hâlbuki İslam’ın beş şartı içinde tesettür yok. Ayrıca da İslam güzel ahlaktır. Sohbetlerimde başında şapkalı artist hanımefendiyle baştan aşağı çarşaflı hanımefendi kolkola beraber ağlıyorlar. Benim için bu birleştirici etkiden daha büyük bir lütuf yok.”


BUDA HAYRANI


Videoda gördüğünüz gibi kendisine tapılan Buda hakkında “çok severim” diyen Cemalnur Sargut ne diyor: “Böyle bir hürmet, böyle bir saygı Sanki putun değil Allah’ın (haşa) ayaklarını yıkıyorlar.. Onların bu puta taptığı düşünülemez, aslında onlar taştaki hakikate, her yerden tecelli eden Allah’a tapıyorlar”


Allah’u Teala puta tapanlar hakkında bakın ne buyuruyor:


“Muhakkak ki müşrikler (Puta tapanlar) ancak bir pisliktirler.” (Tevbe 28)





özetle başı açık bir kadına hoca demeyin!!!


bu kadın diyologcudur


dini güvenilir kaynaklardan öğrenin





Cübbeli Ahmet Hoca Cemalnur Sargut tehlikesine uyarı


https://www.youtube.com/watch?v=XGZ7A4Us-EA





Kaybeden neden kaybediyor biliyor musunuz?


“Felsefe yapmaktan”


İnsanların en büyük sorunu budur. İnsanlar Allah’u Teala’nın Kur’an-ı Kerimde buyurduğu ve Peygamberimiz’in hadis-i şeriflerde izah ettiği İslamı bırakarak, kendi anladıkları İslam’ı anlatırsa CEMALNUR vakıası gibiler ile sık sık karşılaşmak mümkün olacaktır. Onun için Mahmud Efendi hazretlerimiz buyurmuşlardır ki:“Felsefe ahmaklıktır”


Biz kendi felsefemize, düşüncelerimize veya tevillerimize göre değil, Allah’u Teala nasıl inanmamızı istiyorsa öyle inanmalıyız. Mesela Allah’u Teâlâ: “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” buyuruyorsa biz bunu çeşitli teviller ile eğip bükemeyiz. Komşu ise komşuluk hakkını veririz fazlası bizi aşar. Laubali olamayız, dost edinemeyiz. Çünkü Allah’u Teâlâ yasaklıyor… Kendi aklına değil de Kur’an-ı Kerim’e uyuyorsan yapacağın budur…


BAŞINI ÖRTMEYEN KADIN MEVLEVİ ŞEYHİ (!)


Bakın mesela Habertürk gazetesi bu kadına sormuş: “Neden başınızı örtmüyorsunuz?”diye. Cevap ne olmalı: “Allah’u Teâlâ örtünmeyi emrediyor ama ben yapmıyorum veya şu şu sebepten dolayı yapamıyorum.” Olmalı değil mi? Bakın Cemalnur Sargut nasıl bir cevap veriyor:


“tesettürün insanın gönlünde olduğuna iman ediyorum. Esas önemli olan çirkin huyların ve aynı ölçüde aşırı güzelliklerin örtülmesidir. İslam eşittir tesettür diye bir şey oldu. Hâlbuki İslam’ın beş şartı içinde tesettür yok. Ayrıca da İslam güzel ahlaktır. Sohbetlerimde başında şapkalı artist hanımefendiyle baştan aşağı çarşaflı hanımefendi kolkola beraber ağlıyorlar. Benim için bu birleştirici etkiden daha büyük bir lütuf yok.”


Hâlbuki kalbin temiz olması, çirkin huyların giderilmesi insanı Allah’u Teâlâ’nın emir ve yasaklarını yaşamaya mecbur eder. Tasavvufun amacı da budur. Allah’u Teâlâ’ya ibadete engel olan nefsi adam ederek Rabbimize daha çok ibadet edebilmek, emirlerine daha çok sarılmak. Rabbim emretse de ben yapsam diyebilmek için nefsi terbiye etmek.


Kaldı ki başı örtmenin de dâhil olduğu tesettür kesinlikle bir tercih meselesi değil “farzdır” yani kati bir emirdir. Her müslüman kadının uyması gereken bir emirdir.


“Ben kalbimi temizledim” demekle, “İslamın şartı değil” demek ile bu emirden muaf olunabilir mi?


Eğer Cemalnur Sargut gibi bakarsanız bütün günahlar mübah oluyor (Haşa) Neden? Çünkü hiçbiri İslamın şartı değil. Kalbin temiz olsun yeter!


Böyle bir zırva olabilir mi?


Cemalnur Sargut “buda”yı araştırdığı kadar Kur’an-ı Kerimi araştırsaydı ve kendi felsefesine değil Allah ve Resulüne başvursaydı sapıtmayacaktı.


Bakınız Allah’u Teâlâ ne buyuruyor:


“Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resülüne karşı gelirse şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır” (Ahzab 36)


Demek ki, Allah’u Teala bir kadına başını kapatmasını, tesettüre girmesini emrediyorsa, “ben müslümanım” diyen bir kişinin bahaneler üreterek o emirden kaçması apaçık bir sapıklıktır.


Bir insan yapamıyorsa “ben yapamıyorum, kapanamıyorum, Allah’u Teala emrediyor ama işime gelmiyor” diyebilir. Herkesin kendine göre günahı vardır. Bu da onun günahı olur. Kendisi ile Allah’u Teala arasındadır. Ama “önemli olan kötü huyları temizlemek, tesettür kalpte olur” derse ve insanları özellikle böyle teşvik ederse işin rengi değişir. O zaman şahsi olarak yukarıdaki ayet ile muhatap olduğu gibi dall (sapıtmış, mudıll (saptırıcı) olduğu açığa çıkar…


Birde bu kadın Mevlana’nın tasavvuf yolunu sahiplenmiş, Mevlevi Şeyhi olduğunu iddia ediyor. Halbuki kardeşler, hiçbir tasavvuf yolunda kadınlara şeyhlik verilmediği gibi vekillik bile verilmez.


Bakın İsmet Garibullah Büyük şeyh Efendi Risale-i Kudsiyye eserinde ne buyuruyor:


“Sakın sen hatunlara verme hilafet, Ki sadat men edip etmedi adet”


Sakın kadınlara mürşitlik, halifelik verme, Evvelki ulular hanımlara hilafet vermeyi men ettiler, engellediler. Hilafet vermeyi adet etmediler.


Osmanlı’nın büyük evliyalarından İsmet Garibullah Efendi “verme” dedikten sonra evvelki büyüklerinde vermediğini vurguluyor. Demek ki, Mevlevi şeyhliği sadece kendi kendine yapılan bir yakıştırmadır.


BUDA HAYRANI


Videoda gördüğünüz gibi kendisine tapılan Buda hakkında “çok severim” diyen Cemalnur Sargut ne diyor: “Böyle bir hürmet, böyle bir saygı Sanki putun değil Allah’ın (haşa) ayaklarını yıkıyorlar.. Onların bu puta taptığı düşünülemez, aslında onlar taştaki hakikate, her yerden tecelli eden Allah’a tapıyorlar”


Cemalnur Sargut’un: “Budizm de hak bir dindir” demediği kalıyor. Hâlbuki ne demesi lazım:


“Böyle bir hürmet, böyle bir saygı görmedim, isterdim ki bu insanlar tek geçerli Hak din olan İslam ile şereflense ve Müslüman olsalar da bu kabiliyetlerini İslam’da kullansalar.”


Bir Müslüman böyle düşünmez mi kardeşlerimiz… O kişi ise putperestliğin hakikatte Allah’u Teala’ya tapmak olduğunu söylüyor.


Allah’u Teala puta tapanlar hakkında bakın ne buyuruyor:


“Muhakkak ki müşrikler (Puta tapanlar) ancak bir pisliktirler.” (Tevbe 28)


Yüce Rabbimiz: “Pisliktirler” buyuruyor. Bunun daha ötesi var mı Müslümanlar. Ama Sargut’a göre ötesi var, sonu bile yok. Puta değil, hakikatte putta tecelli eden Allah’a tapıyorlarmış.


Birde sunucu, heykelin Allah’ın şekli olduğunu söyleyince Cemalnur Sargut tasdik ediyor. Bu düşünceler ve söylemler ise insanı küfre götürür…


HIRİSTİYANLARA DERS!


Salgut, konuşmacı olarak davet edildiği kilisede yaptığı konuşmayı anlatıyor. Hıristiyanlara sanki Hak bir dinmiş gibi sonradan icat edilen Haçı izah etmek zorunda kalmış. Ve bu konunun aslının Kur’an-ı Kerimde olduğunu söylemiş.


Allah’u Teala’nın: “Ya İsa, o kadar güzelleş ki namaz kıl ve zekat ver” buyurduğunu söyledikten sonra namazı dikey, zekatı da namazda güzelleşerek insanlara güzellik aktarmak olarak yatay bir ibadet olduğunu söylemiş…


Böyle bir sapıklığı da ilk defa duyduk… İhsan Eliaçık zekatı “fazlalığı ver” olarak değiştirmişti ama bu daha bir başka..


Hangi kitapta Kur’an’da geçen zekât böyle tarif edilmiş: “Namazda kazandığınız güzellikleri insanlara aktarmak”


Ayrıca Sargut’un yaptığı tefsir de büyük bir saptırmadır. Meryem Suresi 31. ayetinde İsa Aleyhisselam’ın bebekken dile gelerek konuşması anlatılırken: “Nerede olursam olayım beni kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım sürece namazı ve zekatı emretti.” Buyruluyor


Sargut ne diyor: “Ya İsa, o kadar güzelleş ki namaz kıl”


Namaz kılmak için iç ve dış güzellik şartının aranmadığı gibi, bu ayetin önüne veya sonuna parantezle açarak da olsa böyle bir ifadeyi koymak imkânsızdır…


PAPAZDAN İYİ DERS VERİYOR!


Hıristiyanlar ile yaşadığı diyaloğu anlattıktan sonra şöyle diyor: “Papaz dedi ki, biz dinimizi bilmiyoruz iyi ki Kur’an var”


Papaz, tahrif edilen Hıristiyanlığı sizin bir Müslüman olarak yaptığınız muhteşem (!) saçma tevillerinizle teyit etmenizden son derece memnun olmuştur. 12 senedir boşuna çağırmıyorlar demek ki… Papazdan iyi vaaz ediyorsunuz daha ne istesinler ki.. Bir Müslüman olarak Hıristiyanlığın batıl olduğunu da söylemiyorsun. Aksine teyit ediyor ve onaylıyorsun. Üstüne üstlük çok derin manalar içeren (!) yaldızlı sözler ile Hıristiyanlık’taki şirkin üzerini örtüyorsun. Papaz daha ne istesin… Arada sırada gel bize vaaz et diyecektir elbette… Hatta bir gün o istifa eder de görevi siz devralırısınız…


KENDİLERİ Mİ YETİŞTİRMİŞ!


Bakınız Müslüman görünümlü binlerce ajanın İslam memleketlerinde olduğunu biliyoruz. Kesin olarak şu veya bu diyemiyoruz. Ama yaptığı faaliyetlere bakarak o ajanlardan olmasa bile aynı güce hizmet ettiğini anlıyoruz.


Düşünün! 12 yıldır bir Müslüman olarak Hıristiyanlara, Hıristiyanlığı anlatıyorsunuz. Yani onların Hak din olduğunu Kur’andan da delil getirerek (haşa) söylüyorsunuz. Onların içine düştükleri şirki, Kur’an-ı Kerimin onlar hakkında buyurduğu apaçık tehditleri de gizliyorsunuz. Bu kimin işine gelir? Elbette PAPALIĞIN işine gelir. İster ajan olun, ister olmayın farketmez Her halükarda aynı amaca hizmet etmiş oluyorsunuz…


3 İNANCI ANLATIP BAĞLIYOR


Şu cümlesi çok önemli: “Bunların hepsinde asıl taptığımızın Allah olduğunu idrak edersek zaten farklılıklar kalkıyor aradan”


Dikkat ettiyseniz yaşadığı hikâyelerle anlatmaya başladığı Budizm’in arkasından Hıristiyanlık ve sonunda da yahudilik geliyor. Hepsinden bir misal verdikten sonra:“Aslında dinler arasında hiçbir fark yok” diyor ve “önemli olanın hakikatte Allah’a tapmak olduğunu” söylüyor.


Biz “Dinler Arası Diyalog” uzmanları da anlıyoruz ki, bu anlatım çok doğaçlama olmayıp belirli bir plan dâhilinde ilerliyor.


Ve yine anlıyoruz ki amaç, Dinler arası diyaloğun en büyük hedefi olan “dinler çorbasını” oluşturmaktır. Özellikle Hıristiyanlığın yayılmasının en büyük engeli olan“Müslümanların karşıtlığını” kırmaktır. En azından zihinlerde bunu yeşertmeye çalışmaktır.


Ne yazıktır ki Mevlana Hazretlerini ve Tasavvufu da bu çirkin emellerine alet ediyorlar…


CÜBBELİ HOCA2NIN KISA BİR ARAŞTIRMASI


Bu konuda Cübbeli Hocamızında kısaca bir araştırması var. O Metris’te bile boş durmuyor. İşte 21. Numaralı mektubunda geçen o bölüm:


Televizyonlarda tasavvuf ve Mevlânâ yorumcusu olarak baş gösteren, İslamî geçinen kanallarda bile itibar gören Cemalnur Sargut adlı kadının insanı dinden çıkaran görüşlerini nakletmiş, ben de size naklediyorum. Aman Müslümanları uyandırın da biri bunlara kapılıp dinden çıkmasın. Bakın kızım neler yazmış:


“Hocam! Öncelikle bu kadın insanların sorduğu sorulara düz cevap vermektense eveleyip geveliyor ve kafa karıştırarak aralarda zehirli İslam dışı düşünceleri yayıyor. Saf milletimiz de ne dediğini anlamasa da yumuşaklığına kanarak ‘Vay be! Bu kadın bir Allâh dostu (sümme hâşâ)’ diyecek kadar bu kadına inanıyorlar.


Canım babam! Şimdi sana yazın hazırlayacağım reddiye kitabında daha geniş araştırma yapacağım için daha fazla kanıt sunacağım ama şu an az kanıtlarla çok şey anlatan deliller yazacağım:


a) TNT kanalında Ömer Çelakıl’ın sunduğu Hayatın Şifreleri isimli programdan:


Ömer Çelakıl: ‘Bir peygamber şöyle der: ‘İki tanrıya tapamazsınız, Allâh’a inanmak zorundasınız.’ Zaten bizim inandığımız Allâh ile Hristiyanların inandığı Tanrı da aynıdır’ deyince karşıda konuk olan Cemalnur Sargut ise: ‘Evet çok doğru. Ne kadar güzel söylediniz’ diyor.


b) TRT 1’deki Gülbence isimli programdan:


Cemalnur yine sevgiden, güzellikten bahsederken Gülben Ergen: ‘Hatta başka dinde olanlar da oruç tutmuyor, namaz kılmıyor ama biz onları seviyoruz’ deyince Cemalnur şöyle diyor:


‘Çok güzel söylediniz. Zaten Mevlânâ Hazretleri de: ‘Bütün dinlerde bu inanış vardır. Bütün dinlerdeki insanların taptıklarında ‘Yâ Rabb! Yâ Hayy!’ sesi geliyor. Hatta bir anımı anlatayım; Amerikalı çok arkadaşım vardır. Bir gün beni Budist tapınağına götürdüler, içeride fil görünümünde bir kadın heykelinin önünde saygı gösteriyorlar, öyle inanıyorlar ki çok güzeldi. Zaten onlar da Allâh’a tapıyorlar, sadece o heykelde Allâh’ı bulmuşlar, fark yok. Zaten dinler arasında fark yoktur. İslam hepsini kucaklar.


Tekrar affınızla bir anımı anlatayım. Yahudi bir arkadaşım var, kendisini çok ama çok seviyorum. Bir oğlu var, kendisi oğluna çok düşkündür. Bir gün araba oğlunu eziyor, oğlu hastaneye yatıyor, eve geliyorum bir de ne göreyim o kadın evde. Oğluna çarpan adamla oturuyor. Soruyorum ona ‘Neden hastanede değilsin?!’ diye, o da bana: ‘Bu şöför oğlumu yanlışlıkla ezdi, şimdi çok vicdan azabı çeker, onu teselli ediyorum. Bu başıma gelenler Allâh’ın imtihanıdır’ dedi. Bakın işte bu Yahudi arkadaşım benim için çoğu Müslümandan daha Müslümandır.’


c) Yaşasın İftar isimli programdan:


Programa mail yollayan Hollandalı bir kadın Cemalnur’u çok sevdiğini, onunla İslamı öğrendiğini ve sonra kapanmaya karar verdiğini yazıyor ve ekliyor ‘Kapandıktan sonra çok baskı gördüm, kocam beni istenmedi, hep dışlandım sonra da dayanamayıp açıldım. Şimdi aile yaşantım daha güzel ama düşünüyorum Allâh bana kızar mı? Yaptığım doğru mu? Hocamız Cemalnur Hanım açıklar mı?’


Cemalnur Sargut şöylece açıklık getiriyor: ‘Koca çok önemlidir, onların sözleri bizler için emir gibidir. Mutlulukta çok önemlidir, ben bu kadına daha ayrıntılı mail atacağım.’


Kendi sitesinden bulduğuma göre o kadına yolladığı mail şöyle: ‘Maddi, manevi ve ahlaki tesettürü uygulayan veya uygulamayan herkese hürmetim olduğunu söylemek istiyorum. Kur’ân’da yorumu o devrin din âlimlerine bırakılmış âyetlerle, üzerinde yorum yapılamayacak kat‛î emirler vardır. Demek ki devrin an‛ane, gelenek ve yapısı insanların tesettür anlayışı üzerine değişiklikler yapabilir. Ama insanlar kendilerini nasıl rahat ve huzurlu hissediyorlarsa öyle giyinmeliler ve her şeye rağmen ahlaki değerlerini kaybetmemeliler. En büyük tesettür kötü huyları örtmektir. Allâh onu herkese nasip etsin.’” Bu kadın hakkındaki alıntı burada bitti.


Görüyorsunuz bu kadın zaten kendi açık, ona göre konuşuyor. İman olmadan çarşaf giyinse de faydası olmayacağı malum. Buna çok kanan var. Kendisi Mevlevî şeyhiymiş gibi bazı Hristiyanlara da şeyhlik veriyormuş, zaten bu işler o kadar bollaştı ki almayanı dövüyorlar. Aman milleti özellikle kadınlar birbirlerini bunun fitnesine kanmasınlar diye uyarsınlar.


Ben geçen sene özel vizeyle yani vizelerin açık olmadığı dönemde umreye gitmiştim. Bu kadın özel vizeler alarak meşhur bürokratların, zenginlerin hanımlarını, belki yüzden fazla kadın-erkek milleti toplamış umreye götürmüş. Ben de bazı yanlışlarını duymuştum ama çok araştırmaya vaktim olmamıştı. Sonra bir de baktım, meğer aynı otelde kalıyormuşuz.


Adamın biri asansörde bana hürmet etti, hoşbeş etti ve sonra “Hocam bu akşam Cemalnur Hocamız’ın sohbetine gelir misiniz?” dedi, ben de ismi birden hatırlayamadım ama büyük bir veliymiş gibi söyleyince ben de erkek zannedip “Yeni geldim vakit bulamam ama sonra ziyaret ederim” dedim. Sonradan öğrendim, meğer bu kadınmış, tabi görüşmedim.


Hepimiz ölüp âhirete gideceğiz ne olur dinimize hizmet edelim. Bu proje uluslararası! Diğer dinleri hoş görme projesi. Buna karşı Müslüman halkımızı uyaralım. Geçen bir karikatürde Papa’nın: “Türkiye’de kanallar zaten bizden iyi misyonerlik yapıyorlar, millet de zaten Hristiyan olmuyor, boşuna masraf etmeyelim, oradaki personeli çekelim, bu işi tv kanallarına bırakalım” dediğini resmetmişlerdi.


Bu kadını Kanal 7’ye bağlı Ülke Tv’de âlimlerle, velilerle ilgili yapılan bir programda bile çıkardılar. Aman imanımıza sahip çıkalım. Allâh-u Te‛âlâ:


﴿إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْإِسْلَامُ﴾


“Şüphesiz ki Allâh nezdinde o (gerçek ve makbul) din ancak İslâm’dır.”(Âli ‛ImrânSûresi:19’dan)


﴿وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ﴾


“Her kim dîn olarak İslâm’dan başkasını ararsa, asla kendisinden (bu yanlış dîni de, diyâneti de) kabul edilmeyecektir”(Âli ‛ImrânSûresi:85’den) buyururken nasıl bütün dinler eşit olur?! Fil heykeline tapan nasıl Allâh-u Te‛âlâ’ya ibadet etmiş olur?! Bir Yahudi nasıl birçok Müslümandan iyi olur hatta daha Müslüman olur?!


Allâh-u Te‛âlâ:


﴿لَا تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَالنَّصَارَى أَوْلِيَاءَ﴾


“Yahudileri ve Hristiyanları (kendiniz için güvenecek, yardım edip yardım isteyecek ve ahbap gibi geçinecek) dostlar edinmeyin!” (MâideSûresi:51’den)buyururken nasıl bir Müslüman kâfir birini dost edinir. Bunların her biri insanı kâfir etmeye yeter de artar. Bir de hepsi birleşirse o zaman katmerli kâfirlik olur. Rabbim cümlemizi bu belalara düşmekten muhafaza eylesin. Âmîn! (Cübbeli Hoca’nın mektubu sona erdi)


Diyalog felsefesinde buluşanların “Budizm” hayranlığı da dikkat çekici boyutlardadır.


Bu zihniyetler ile mücadelemiz devam edecek. Hıristiyan, yahudi ve diğer dinleri bütünleştirme, dinler çorbası yapma hayalleri suya düşecek İnşaAllah. İslam’ın hak ve tek bir din olduğu gerçeğini her yerde ve zeminde haykıracağız… Sinsi planları deşifre ederek halkımızı bilinçlendireceğiz. Onlar zırvalarında bıkana kadar biz reddiyelerden bıkmayacağız.


http://www.ihvanlar.net/2012/07/26/cemalnur-sargut-faciasi/

8 Kasım 2015 Pazar

Ayasofya'yı Kilise Yapamayınca Müzeye Çevirdiler!








(Grace Mary Ellison, İngiliz bayan gazetecidir. M.Kemal ile, 1922 Aralık ayından Ankara'da görüşmüş ve bu görüşmeleri bir kitap haline getirerek, 1923'de Lozan'da yayımlamıştır. (Türkçesi, Milliyet yayınları tarafından 1973'de" Kuva-ı Milliye Ankara"sı adı altında yayımlanmıştır.) Bu kitapta "Vahdettin'in uzaklaştırıldığı" , Ayasofya'nın neden müze yapıldığı (düşüncesi) anlatılmaktadır. (Sh:247-248-249) Kitaptan alıntı: Ankara’da Mustafa Kemal Paşa’ya Papa’nın barış için büyük isteğini söyledim. Paşa’ya Hıristiyanlara karşı cömert davranışının ne olacağını sordum. Ayasofya bir Hıristiyan kilisesi olduğuna göre, Hıristiyanların ruhanî lideri Papa’ya geri verilip verilmeyeceğini araştırdım.

Mustafa Kemal Paşa cevap verdi: -“Eğer Hıristiyan kilisesinin bîr tek kolu olsaydı, Ayasofya şimdi, bizim Müslüman geleneklerimizin bir parçası olmasına rağmen, bu mümkün olabilirdi. Hıristiyan kilisesi o kadar çok bölündüğüne göre bu, imkânsızdır. O takdirde Ruslar, Yunanlılar ve Anglikanlar bizim topraklarımızda Ayasofya için birbirleriyle dövüşmeye kışkırtılacaklardır. Ve sizin barış için öğütlediğiniz iyi davranış, sonsuz bir çatışmaya yol açacaktır. –Ama yine de Hıristiyanlara dünya gözünde lâyık olan onuru vermek için, elimizden ne gelirse yapmaya çalışacağız ve Ayasofya’yı bir cami olarak korumakla, Katolik kilisesinin gerçekten haysiyetini incitiyorsak, onu, ya bir müzeye çevireceğiz. Ya da tamamen kapatacağız. –Hiç kimse bizim, bilerek, planlı Hıristiyan kilisesini incittiğimizi söyleyememelidir.)

Türkiye Gazetesi yazarı Rahim Er, Lozan'daki amacın Ayasofya'nın tekrar kiliseye çevrilmesi olduğunu söyledi. Birkaç yazıdır Ayasofya Camiî Kebirini dile getirmeye çalıştığını belirten Er, "Böylesine önemli bir eser için hadiseye dikkat çekmek ve takipçisi olmakla mükellefiz. Aksi halde yarın Fatih Sultan Mehmed Han’ın yüzüne bakamayız" dedi.

Düvel-i muazzamanın, Lozan’da fikirlerini müzakere etmekten ziyade, isteklerini dikte ettirdiğine dikkat çeken Er, "Oradaki 4 esas dikteden biri Ayasofya’yı tekrar kilise yaptırmaktı. Bu gayeye varamadılar. Fakat, devrin Ankara’sı O’nu müze seyir ve eskimişliğine mecbur etti. Ayasofya’nın müze kalması istiklalimizin eksikliğine çarpıcı bir vesikadır. Unutulmamalı ki kılıç hakkı ve şehid bedeliyle alınan bu mâbedi vakıflaştıran, şehrin ve çağın sahibi “Fatih Sultan Muhammed Han” Ayasofya Camiîni camilikten çıkartacaklara beddua etmektedir: "Kim bu mâbedimi camilikten çıkartırsa Allahın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun!!!..." Bu tehdit dolu mânevî müeyyide, vakfiyede uzun yazılıdır. Vaki ihtar, gönül gözü açık o büyük Hünkârın bir kerametidir. Sultanlar Sultanı, eserin başına gelecekleri görmüş olmalı." şeklinde yazdı.

Er, yazısını şöyle sürdürdü: "Mesele öncelikle, cami ihtiyacı değildir. İsteğin, ideolojik bir yanı da yok. Ağır bir adaletsizliğin düzeltilmesi gerekmekte. Bu ayıptan, bağımsızlığımıza vurulmuş bu zincirden, bu aşağılanmaktan kurtulmalıyız."

http://www.risalehaber.com/ayasofyayi-kilise-yapamayinca-muzeye-cevirdiler-193564h.htm

Fatih'in Ayasofya bedduasının muhatabı M.Kemal'dir

Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü ve gazetemiz eski yazarı Prof.Akgündüz, Fatih'in Ayasofya vakfiyesindeki bedduaların muhatabının, Ayasofya'yı müzeye çeviren M. Kemal olduğunu söyledi. Ayasofya'nın gündemde olduğunu hatırlatan Akgündüz, hükümetin Ayasofya'yı camiye çevirmesini istedi.

Fatih Sultan Mehmet'in "Bedduası'nı da hatırlatan Akgündüz'ün açıklaması şöyle: "Fatih'in Ayasofya vakfiyesindeki bedduaların muhatabı, müzeye çeviren Mustafa Kemal ve arkadaşlarıdır; hükümet 500 yıllık vaziyetine yani cami haline çevirerek müslüman milletimizi bu bedduadan kurtarmalıdır.

Bugünlerde Ayasofya gündemdedir. 500 yıl cami olarak Müslümanların mabedi ve fethin sembolü olan ve bu yüzden Mescid-i Fethiye diye tarihe geçen Ayasofya asıl haline iade edilmelidir. Ben sadece Fatih Sultan Mehmed'in bir keramet göstererek beddua ettiği şahısları sanki görür gibi tavsif eden Vakfiyedeki beddua cümlelerini aynen nakledecek ve Müslüman milletimle paylaşacağım. Okuyanlardan istirhamım beddua cümlelerini dikkatlice okumaları ve sonradan fikir beyan etmeleridir.

"Allah’ın yarattıklarından Allah’a ve O’nun rü’yetine iman eden, Ahirete ve onun heybetine inanan hiçbir kimse için, sultan olsun melik olsun, vezir olsun bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun, özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tayin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nâzır ve mütevelli olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil eylemek, vakfı ihmal edip kendi haline bırakmak ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, ASLA HELAL DEĞİLDİR.

Kim ki, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen bâtıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; vakfın tebdili ve iptali için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinden taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olur yahut yol gösterirse; veya şer’-i şerife aykırı olarak vakıfda tasarruf etmeye azm eylerse, mesela şeri’ata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik yazarsa veyahut tevliyet hakkı resmi yahut takrir hakkı resmi ve benzeri bir şey taleb ederse, kısaca bâtıl tasarruflardan birini işler yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan yazılı kayıtlara ve defterlere kaydeder ve bu tür haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına ilhak ederse, AÇIKÇA BÜYÜK BİR HARAMI İŞLEMİŞ OLUR, GÜNAHI GEREKTİREN BİR FİİLİ İRTİKÂB EYLEMİŞ OLUR. ALLAH’IN, MELEKLERİN VE BÜTÜN İNSANLARIN LA’NETİ ÜZERLERİNE OLSUN.

“Ebeddiyyen Cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebeddiyyen merhamet olunmasın. Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse, vebali ve günahı bunu değiştirenlerin üzerine olsun. Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve herşeyi bilir.”.

Haksız bir şekilde bu vakıflara tağyir, ibdâl, tahrif ve ibtal şeklinde müdahele ve tecavüz eyleyen insan, ölümle karşılaştığı anı, sekerât-ı mevti, kabri müşahede ettiğini ve onun karanlığını, tabutu ve onun içindeki yalnızlık ve vahşeti, Münker meleğini ve heybetini, Nekir meleğini ve onun dehşetli darbelerini, Münker ile Nekir’in sorgulmalarındaki dehşeti, bütün insanların Âlemlerin Rabbinin huzuruna çıktıkları günde Allah’ın huzuruna çıkacağını, o gün hiçbir nefsin bir diğer nefis için hiçbir şeye malik olamayacağını ve o gün her şeyin dizgininin Allah’a ait bulunacağını hatırlasın.

Kim Allah’ın Kitabına ve Resülüllah’ın Sünnetine muhâlefet ederse, Allah ve Resülünün haram kıldığını helalleştirmeye çalışırsa, müslüman kardeşinin vakıflarını bozmaya, hayırlarını tahrib etmeye ve hasenâtını iptal eylemeye gayret gösterirse ve mü’minin hayır müesseselerini fonksiyonsuz hale getirmeye taarruz ederse, artık Allah’ın gadabı ile dönmüş olur; son durağı ve oturağı Cehennemdir; cehennem ne kötü bir varılacak yerdir; Allah onun hesaba çekicisi, azabın en azgın olanlarıyla azaplandırıcısı ve ikabın kanunlarıyla cezasını vericisidir. “O gün zâlimlere ileri sürecekleri mazeretleri fayda vermeyecektir; onlar için sadece la’net vardır; onların varacakları cehennem ne kötü bir menzildir.” “O gün her nefis kazandığı günahlar sebebiyle rezil ü rüsvay olacaktır; o gün zulüm yoktur; şüphesiz Allah hesabı çok hızlı yapandır.”

http://www.yeniakit.com.tr/haber/fatihin-ayasofya-bedduasinin-muhatabi-mkemaldir-70254.html

Ayasofya, doğrudan Atatürk’ün emri ile müzeye çevrildi

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın son Ayasofya açıklaması medyada bazı kalemlerine tepkisine neden oldu. Milliyet yazarı Melih Aşık, Atatürk'ün Türkiye Türklüğünün eski din ayrışıklığı geleneklerini geride bıraktığını göstermek için doğrudan doğruya Atatürk’ün emri üzerine müzeye çevrildiğini söyledi.

Arınç'ın Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi kampanyasına omuz verdiğini belirten Aşık, "Ayasofya 1950’den bu yana fırsatçı politikacının siyaset malzemesidir" dedi.

Atatürk döneminin gazetecisi Falih Rıfkı Atay'ın, 1960 sonrası yazdığı bir yazıda Ayasofya’nın cami yapılma girişimlerine verdiği cevabı köşesine taşıyan Aşık, yazısını şöyle sürdürdü: - Ayasofya doğrudan doğruya Atatürk’ün emri üzerine müzeye çevrilmiştir.

- Müzeye çevrilişin Türkiye - Yunanistan ilişkileri ile hiçbir ilgisi yoktur. Atatürk, Batı Medeniyeti arasına katılan Türkiye Türklüğünün eski din ayrışıklığı geleneklerini geride bıraktığını göstermek ve asırlarca kapalı duran eşsiz sanat eserlerini devamlı olarak ziyaretçilere açık bulundurmak için Türk şerefini ve itibarını artırıcı bu büyük kararı vermiştir.

- Fatih Ayasofya’yı cami yaptığı zaman İstanbul’da vakit namazı kılacak kubbe altı yoktu. Bugün İstanbul, İslam aleminin en çok ve büyük camileri olan şehridir… - Kapkara taassup Atatürk’ten öç almak için bu işi ortaya atmıştır.

Mimar Doğan Hasol yıllar önce yazdığı bir yazıda bakın ne diyor: “Bizanslı iki mimarın gerçekleştirdiği bu kilisede ibadet etmek gerçek Müslümanlara hangi yüce duyguları verecektir? Bir üstünlük duygusuysa, gurursa, hangi başarıya dayanan bir gurur, hangi yücelik duygusu? Atalarımızın yaptığı, her biri bir başyapıt olan, dünya mimarlık tarihindeki yerlerini çoktan, haklı olarak almış camilerimiz var. Bunlar sanatta kendimizi dünyaya tanıttığımız tek dalın, mimarimizin en görkemli ürünleri. Kendi gerçek camilerimiz varken,sayıları ibadete yeterliyken, bir kiliseyi yeniden camiye çevirmenin çağdaş, mantıksal dayanağı ne olabilir?” Ayasofya’nın müze oluşu, dinsel saygı ve hoşgörünün, dünya mirasına saygının sembolüdür. Ortaçağ anlayışı bizi ileri değil geri götürür...

http://www.risalehaber.com/ayasofya-dogrudan-ataturkun-emri-ile-muzeye-cevrildi-196630h.htm

Ayasofya’yı Müslümanlar müze yapmadı

Mehmet Şevket Eygi: Her toplumun, her halkın, her milletin Yahudileri vardır… Mehmet Şevket Eygi, "Ayasofya’yı Müslümanlar müze yapmadı. Medreseleri tekkeleri Müslümanlar kapatmadı. Ezan-ı Muhammedîyi Müslümanlar yasaklamadı. İskilipli Âtıf Efendiyi Müslümanlar asmadı" dedi.

Her toplumun, her halkın, her milletin Yahudileri olduğunu belirten Eygi, Milli Gazete'deki yazısında "Rusya’da Komünist ihtilalini yapanlar Yahudilerdir. Bizim son yüz yıllık tarihimize Gizli Yahudiler damgalarını vurmuştur. Fransa’ya bir Yahudi Cumhuriyeti desek, abartmış olmayız. Bizdeki Gizli Yahudilerin iki ismi vardır. Takma Türk Kürt Müslüman Alevî isimleri. Onların ardında gerçek Yahudi isimleri. M. Kemal’in Selanikli hocasının zahirî resmî ismi Şemsi efendidir ama asıl ismi Şimon Zvi’dir ve kendisi Sabataycı bir hahamdır. İslam’dan kopuk Türk kavmiyetçiliğinin ideologu ve mucidi şu malum ve mahut Tekin Alp’in asıl ismi Moiz Kohen’dir" şeklinde yazdı.

1923’te bir İslam Cumhuriyeti olarak kurulan devletimizin Yahudileştirilmesine karşı olduğuna dikkat çeken Eygi, geçmişte İslama karşı yapılan menfiliklerin de Müslümanlar tarafından yapılmadığını söyledi.

Eygi'nin yazısı şöyle: "Gizli Yahudilerin yakın tarihimizdeki millî kimliğimize, millî kültürümüze aykırı bütün zorlama devrimlerine karşıyım. Yahudiler İbranî alfabesini kullanacaklar da ben bir Müslüman olarak niçin İslam-Kur’an yazısını kullanamayacakmışım? Yahudilerin hafta tatili cumartesi olacak da benim hafta tatilim niçin Cuma olmayacakmış? İsrail’de Musevî Şeriatı yürürlükte olacak da burada niçin İslam Şeriatı yasak olacakmış? Tek kimlikli Yahudi ve Ermenilerle alıp vereceğim yok. Bendeniz, bir Müslüman olarak, yalancıktan Müslüman görünüp de İslam’ı ve Ümmeti temelinden çökertmek isteyen iki kimliklileri tenkit ediyorum.

Kaynak: Ayasofya’yı Müslümanlar müze yapmadı

Ey İslam'ın nuru, Türklüğün gururu Ayasofya!

Şerefelerinde fethin, Fatih'in şerefi,

Işıl ışıl yanan muhteşem mabet!...

Neden böyle bomboş, neden böyle bir hoşsun?

Hani minarelerinden göklere yükselen,

Ta maveradan gelen ezanlar?...

Hani o ilahi devir, ilahi nizamlar?...

Ayasofya ses vermiyor,

Ayasofya bir hoş,

Ayasofya bomboş!...

Hani nerede?

Şu muhteşem minberde,

Binlerce erin baş koyduğu şu temiz yerde,

Şimdi hangi kirli ayaklar dolaşıyor?...

Ayasofya! Ayasofya!...Seni bu hale koyan kim?

Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Hani nerede?

Gönüllerden kubbelere,

Kubbelerden gönüllere

Gürül gürül akan Kur'an sesleri?...

Kur'an sesleri dindirilmiş,

Müslümanlar sindirilmiş!...

Allâh c.c. Muhammed s.a.v Hülafa-i raşidinin

İsimleri kubbelerden yerlere indirilmiş!...

Fethin, Fatih'in mabedinden kitab-ı mübini,

Bu ulu dini kaldıran kim?

Dinimize, imanımıza saldıran kim?

Mabedimin göğsüne uzanan namahrem eli,

Kimin elidir?!...

Söyle Ayasofya, söyle.

Seni puthane yapan hangi delidir?!...

Elleri kurusun, dilleri kurusun!

Ayasofya! Ayasofya! Seni bu hale koyan kim?

Seni çırılçıplak soyan kim?!...

Ayasofya,

Ey muhteşem mabet;

Gel etme,

Bizi terketme!...

Bizler, Fatih'in torunları, yakında putları devirip,

Yine seni camiye çevireceğiz...

Dindaşlarımızla,

Kanlı göz yaşlarımızla,

Abdest alarak secdelere kapanacağız,

Tekbir ve tehlil sadalarıboş kubbelerini yeniden dolduracak

İkinci bir fetih olacak,

Ezanlar bu fethin ilanını,

Ozanlar destanını yazacaklar...

Putperest Roma'ya yeni bir mezar kazacaklar,

sessiz ve öksüz Minarelerinden yükselen ezan sesleri fezaları yeniden inletecek!

Şerefelerin yine Allâh'ın ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed'in aşkına,

şerefine ışıl ışıl yanacak;

bütün cihan Fatih Sultan Mehmed Han dirildi sanacak!...

Bu olacak Ayasofya,

Bu muhakkak olacak...

İkinci bir fetih, yine bir ba'sü ba'delmevt...

Bugünler belki yarın, belki yarından da yakındır,

Ayasofya, belki yarından da yakın!...

Osman Yüksel SERDENGEÇTİ

Üstad Necip Fazıl'ın Ayasofya Hitabesi

Üstad Necib Fazıl Kısakürek'in 1965 yılında Milli Türk Talebe Birliği'ndeki (MTTB) Ayasofya Hitabesi günümüze ışık tutuyor...

yalnız mânayı anlasak, yalnız onu yerine getirebilsek, Ayasofya'nın kapıları sabır taşı gibi çatlar, kendi kendisine açılır. İsterse açılmasın; ondan sonra herşey, küçük bir tatbikat işinden ibaret kalır.

Demek ki, Ayasofya, ne taş, ne çizgi, ne renk, ne cisim, ne de madde senfonisi; sadece mâna, yalnız mâna...

Türk İstiklâl Savaşı'nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.

Çünkü Ayasofya'nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler. Her mâna, her hikmet, her münasebet Ayasofya'ya bağlı...

Ayasofya açılmalıdır. Türk'ün bahtıyla beraber açılmalıdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Yunanlıya "ben yapamıyorum; sen gel de kendi hesabına aç!" demekten farksızdır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Birleşmiş Milletler'den Afrikalı yamyam devletlerine kadar aleyhimize rey verdirip kendileri müstenkif geçinen Batılılara "artık benim hayat hakkım kalmadı!" demektir.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, bu toprağın üstündeki 30 milyon ve altındaki 30 milyar Türk'ün semâları tutuşturan lanetine hedef olmaktır.

Ayasofya'yı kapalı tutmak, Allah'a sövmeye, Kur'ana tükürmeye, Türk tarihini kubura atmaya, Türk iffetini kirletmeye, Türk vatanını satmaya denk bir suçtur.

Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem!

Fakat Ayasofya açılacak!.. Türk'ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya'nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.

Ayasofya açılacak... Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânalar, zincire vurulmuş masumlar gibi onun içinden fırlayacak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik ve kötülük etmişlerin dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek...

Ayasofya açılacak!... Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve herşey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici bir kitap gibi açılacak...

Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin mühürlediği Ayasofya, onların aynı şekilde mühürlemeğe yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaştığı günü dehşetle kolladığı mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbi gibi açılacak...

Ayasofya'yı, artık önüne geçilmez bu sel açacak...

Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın... Sel yakındır.

Fatih ve Onun Yeni Nesline Selam!

http://www.yeniakit.com.tr/haber/ustad-necip-fazilin-ayasofya-hitabesi-69643.html


26 Ekim 2015 Pazartesi

Allah’a Verdiğin Sözü Tut Müslüman!








Biat (Bey'at): Ulu'l emre bağlılık sözü vermenin adıdır. Resulullah, önemli dini-siyasi olaylar arefesinde, veya İslamiyeti kabul eden kimselerle ilk defa görüştüğünde biat almıştır.

İlk biatlar:

Hz.Peygamber (asm), her vesileyle Allah'ın dinini anlatmaya gayret etmiştir. Hz. İbrahim'in dininden arta kalan ve bir örf şeklinde devam eden hac mevsimi, Resulullah için iyi bir fırsattır. Engellemelere rağmen, hac mevsiminde civardan gelenlere dini tebliğ eder, onları tevhide çağırır. İşte, böyle bir hac mevsiminde, Medine'den gelen 12 kişi Allah'ın dinini kabul ederler. "Allah'a şirk koşmamak, hırsızlık ve zina yapmamak, çocuklarını öldürmemek, namus iftirasında bulunmamak, maruf şeylerde Peygambere isyan etmemek" üzere biat ederler. İbnu Hişam, II, 75

Diğer yıl daha kalabalık bir grup halinde gelirler. Resulullah'la buluşurlar. Şu biatı yaparlar: -Gerekirse savaşacağız. -Hem dar günümüzde, hem rahat günümüzde; hem hoşumuza giden, hem de gitmeyen halde seni dinleyeceğiz ve itaat edeceğiz. -Seni kendimize tercih edeceğiz. -Komutanlarımıza muhalefet etmeyeceğiz. -Nerede olursak olalım, hakkı söyleyeceğiz. -Allah yolunda kimsenin ayıplamasından korkmayacağız. İbnu Mace, Cihad, 41

“Rüşd çağına erişinceye kadar, yetimin malına, sadece en iyi tutumla yaklaşın; ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız dahi olsa adaletli olun, Allah'a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allah size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.” EN'AM-152

“Rabbın, Adem oğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak “ben, sizin Rabbınız değil miyim?” (demişti). Onlar da: “Evet; buna şahidiz” demişlerdi. Bu, kıyamet günü, “bizim bundan haberimiz yoktu”, dememeniz içindi.“ (A’raf Suresi,172.ayet)

“Müminler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. AHZAP SURESİ 23

“Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” FETİH SURESİ 10

“Allah, Adem’in soyundan gelecek olan insanları onun sulbünde toplamış, onlara can vermiş ve onları şekillendirmiştir. Sonra onları konuşmalarını istemiş onlar da konuşmuşlardır. Daha sonra bunlardan ahd (söz) almış ve bunları, kendi nefislerine şahit tutarak: “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” demiş onlar da: “Evet, şahidiz sen bizim rabbimizsin.” diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Allah: “Ben de yedi kat göğü ve yedi kat yeri ve atanız demi, kıyamet gününde: “Biz bunu bilmiyorduk.” dememeniz için size karşı şahit tutuyorum. Bilin ki benden başka ne bir ilah nede bir rab vardır. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayın. Ben sizlere, sizden aldığım ahdi size hatırlatacak peygamberlerimi göndereceğim ve sizlere kitaplarımı indireceğim.” dedi. Onlar da: “Senin, bizim rabbimiz ve ilahımız olduğuna, bizim senden başka hiçbir rabbimiz olmadığına şahitlik ederiz.” dediler. Ve böylece ikrarda bulundular. (Ahmed b.Hanbel C.5, shf.35)

“(Ey Muhammed) Dosdoğru olarak yüzünü dîne, Allah’ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratışında hiçbir değişme yoktur, işte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmez.“ (Rum Suresi, 30.ayet)

“Her çocuk fıtrat üzere (hakki kabule yatkın) dünyaya gelir. Daha sonra annesi ve babası onu ya Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır yahut da mecusileştirir.” (Buhari, Müslim)

“İnsanlardan kimi vardır ki: «Allah'a inandık» der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, «Doğrusu biz de sizinle beraberdik» derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir?” ANKEBUT Suresi 10

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kafirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.” Mâide Suresi 54




Müslüman; ”Allah’a teslim olmaya söz veren” demektir.

Mümin; sözünde duran demektir.

14 Eylül 2015 Pazartesi

Dersim katliamı









Dersim olayları ve Dersim katliamı nedir ve nasıl meydana gelmiştir? 1937-38 yılında meydana gelen Dersim katliamları bugün gündemi en çok meşgul eden konuların başında geliyor. Peki Dersim olayları nasıl başladı, Seyit Rıza kimdir? Dersim Katliamı hakkında bilinmeyenler haberimizde...


Dersim Olayları veya Dersim Katliamı; Tunceli ili'nde 1937-38 yıllarında merkezi hükumetle Dersim aşiretleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucu yaşanan olaylara verilen isimdir. Dersim'de mutlak devlet hakimiyetini sağlamak için Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından harekât düzenlendi. Harekât neticesinde bölgede yaşayan 13.000'den fazla sivil ile 110 asker öldü ve 12.000'e yakın insan zorunlu göçe tabi tutuldu.





Arka plan


Bölge gerek coğrafi yapısı, gerekse merkeze uzaklığı nedeniyle merkezi otoritenin tam sağlanamadığı, ağalık tarzı feodal bağların kuvvetli olduğu bir yapıdaydı. Bu açıdan Osmanlı döneminde de bölgede pek çok ayaklanma yaşanmıştır. Dönemin içişleri bakanlarından Şükrü Kaya 1876 yılından beri bölgeye 11 askeri harekat düzenlendiğini; ancak bir çözüm sağlanamadığını belirterek[5], bölgenin bu alandaki geçmişini ortaya koyar. Dersim ayaklanmaları olarak adlandırılan, bölgedeki isyanlar arasında bir öncekisi 1916 yılında meydana gelmiştir.


Ermeni Tehciri sırasında da bazı Dersimli Alevi Zaza aşiretler, Dersim Ermenilerini Osmanlı hükumetine teslim etmeyi reddetmiş ve Ermeni kaynaklarına göre 20.000 ile 36.000[7] arası, Dr. M. Nuri Dersimi'nin anılarında yazdığına göre binlerce[8] savunmasız Ermeni ailesinin güvenli olarak kaçmasını sağlamışlardır. Dersimlilerin 1915 Ermeni Tehciri sırasında takındıkları tutum onların imhasında ayrı bir rol oynamıştır. Yine Nuri Dersimi'ye göre, 1915'te çevre vilayetlerden 30.000'den fazla Ermeni sığınmaları için Dersimliler tarafından Dersim'e getirilmiştir.


Bunun yanında Rus işgaline karşı Dersimliler, Osmanlı hükumeti ile bir anlaşma yaparak özerklik vaadi içinde "savunma savaşı"na girerler. Osmanlı idaresinden aldıkları silah-mühimmatla, doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmeden Ruslara karşı durma karşılığında Dersimlilere "bağımsız çatışma hakkı" tanınır. Ruslar geri çekildikten sonra Osmanlı idaresi tarafından Dersimlilere ve bu aşiretlere madalya ve hediyeler verilir. Seyit Rıza ise ayrıca ödüllendirilerek Erzincan'da "İl İdaresi Üyeliği"ne atanır. Dönemin Erzincan valilerinden Sabit Bey yazdığı bir mektupta -Seyit Rıza ile ilgili olarak- "şimdiye kadar bize din ve namusuyla hizmet etti" ifadesini kullanır. Dersim olaylarının meydana gelmesinde Dersim aşiretlerinin ve önde gelenlerin Ermeni Tehciri'nde Ermenileri kurtarmış olmalarının, Rus işgaline karşı kendilerine vaat edilen özerklik durumları ile daha önceki Koçgiri İsyanı'nın etkisi olduğu düşünülür.


İsyancılar, Şeyh Hasan aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza önderliğinde, askere gitmek ve vergi vermek istemeyen diğer aşiretlerce de desteklenenince yaklaşık 6.000 kişilik bir grup isyancılara katılmıştır.


Dersimlilerle ilgili raporlar


1920'lerin ikinci yarısından sonra Dersim bölgesini tanımaya yönelik pek çok rapor hazırlanmıştır. Özellikle Hamdi Bey'in 2 Şubat 1926 tarihli raporu, "Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor, tehlike büyüyor. Dersim, hukumeti Cumhuriyet için bir çibandır. Bu çiban üzerinde kati bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına farzı ayindir" tespitiyle başlıyordu. İsmet İnönü "Doğu raporları"nda "Erzincan beyleri Dersimlileri maraba adıyla çalıştırıyorlar. Bu bir nevi Erzincan beylerinin Kürt himayesine sığınmasıdır", Genel Müfettiş Cemal Bardakçı, "Dersim'deki huzursuzluğun sebebi açlıktır", Fevzi Çakmak ise "Dersimlileri askere almayın, silah kullanmayı ve savaş taktiklerini öğrenirlerse bize saldırırlar" diyecektir. Fevzi Çakmak aynı zamanda, Dersimlilerin okşanmakla kazanılamayacığını, silahlı kuvvetlerin müdahalesinin Dersimli'ye daha çok etki edeceğini bildirmiştir.


Raporlarda en çok üzerinde durulan noktalar ise, aşiretlerin birbiriyle olan ilişkileri, hangi aşiretin hangi dili (Zazaca, Türkçe) konuştuğu, aşiret yapıları, Dersimlilerin gelenek ve görenekleri, aşiretlerin coğrafi sınırları ve nüfuzları, Dersim'in stratejik noktalarıdır. Bunlar üzerine raporlar sunulmuştur ve başarılı bir Dersim Harekâtı için gereken önlemler bu raporlarda tespit edilmiştir.


Tunceli Kanunu


25 Aralık 1935 tarihinde, 2884 sayılı Tunceli Vilayeti'nin İdaresi Hakkında Kanun çıkarıldı ve 4 Ocak 1936 tarihinde Dersim Vilayeti'nin adı Tunceli Vilayeti oldu.


Yasanın uygulanmaya başlamasıyla 1937 başlarında yeni olaylar çıktı. Bölgede güvenlik sağlanamadı ve hükûmet otoritesi kurulamadı.


Dördüncü Umumi Müfettişlik


Dinî ve etnik azınlıkların Türkleştirilmesi sürecinde otoriteyi sağlamlaştırmak amacıyla TBMM 1164 sayılı ve 25 Haziran 1927 tarihli kanunu çıkardı. Bu kanuna göre kurulan umumi müfettişliklerin geniş yönetsel, askerî ve yargısal yetkileri vardı. 1 Ocak 1928 tarihinde Diyarbakır, Elâzığ, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri, Siirt ve Mardin illerini kapsayan ve merkezi Diyarbakır'da bulunan Birinci Umumi Müfettişlik kuruldu. Ve Trakya'da yaşanan pogromlardan önce 19 Şubat 1934 tarihinde, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Çanakkale illerini kapsayan ve merkezi Edirne'de bulunan İkinci Umumi Müfettişlik kuruldu 25 Ağustos 1935 tarihinde Ağrı, Kars, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Erzincan ve Erzurum illerini kapsayan ve merkezi Erzurum'da bulunan Üçüncü Umumi Müfettişlik kuruldu. 6 Haziran 1936 tarihinde tarihî Dersim Bölgesi (Tunceli, Elazığ ve Bingöl) ni kapsayan ve merkezi Elazığ'da bulunan Dördüncü Umumi Müffetişlik kuruldu ve Umumi müfettişliğe Korgeneral Abdullah Alpdoğan atandı.


1936 yılında açılan dördüncü umumi müfettişliğin başına getirilen Korgeneral Abdullah Alpdoğan, mahkeme kararlarını imzalamaya, düzeni ve güvenliği sağlamak açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri ve aileleri, il sınırları içinde bir yerden bir başka yere göndermeye ve il sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya da yetkiliydi. Mustafa Kemal Atatürk, 1 Kasım 1936 tarihinde yaptığı TBMM konuşmasında Dersim'deki ağalık düzeni sorununu Türkiye'nin en önemli iç sorunu olarak tanımladı.


Öte yandan Hasretyan'ın kitabında yer alan bilginin aksine Atatürk'ün 1 Kasım 1936 tarihli TBMM konuşmasında toprak ile ilgili konuşurken "Dersim" hatta "ağalık düzeni" bile dememiştir. Günümüz Türkçesi ile bu bölüm:


Toprak Kanununun bir sonuca, varmasını, Kamutayın yüksek çalışmalarından beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması, kesinlikle gereklidir.Vatanın sağlam temeli ve imarı buna dayanır. Bundan başka, büyük araziyi modern araçlarla işletip vatana fazla üretim sağlanmasını da özendirmek isteriz.


İsyan


Harekatı Tetikleyen Olaylar


İhsan Sabri Çağlayangil'e göre, 1937 yılında Atatürk Singeç Köprüsü'nün açılışını yapmak üzere Dersim'e gelecekti. Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol bulunuyordu. İsmail Hakkı adlı bir teğmen'in komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı düzenlendi. Karakol yakıldı ve 33 askerin tümü öldürüldü.


27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından yakılır. Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın diye Dersimli gruplar tarafından bölgenin telefon hatları kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pax bucağı karakoluna baskın düzenlenir. Seyit Rıza bizzat Sin Karakolu'nun da basılması için asi milislere emir verir. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu'na da baskın düzenlenir. Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz gerilla kuvvetlerine karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zaafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılarak askerler öldürülür ve yaralanır. Asiler Mazgirt Köprüsü'nü tahrip ederler.


Askerî harekât


Birinci Dersim Harekâtı


Mustafa Kemal Atatürk ve Sabiha Gökçen (17 Kasım 1937, Pertek Halkevi'nin önünde).


Sabiha Gökçen'e bir röportajında Atatürk'ün olaylara bakış açısı ve bölgeye ne zaman geldiği sorulmuş ve bunun üzerine Gökçen şunları ifade etmiştir: "1937 sonlarına doğru. Pertek'te bir köprü yapılmıştı, onun açılışı dolayısıyla Atatürk gelmişti. Yani bu mevzular görüşülmüyordu. Arazide geziler yapıyorduk bazen Atatürk ile. Ben gösteriyordum yerleri, şurası şudur burası budur diye."


General Abdullah Alpdoğan'ın düzenlediği ilk harekât başarısızlıkla sonuçlandı. Aşiretler ise bunun verdiği moralle tamamen silahlandı. Bu yüzden isyanı bastırmak iyice zorlaştı. Abdullah Alpdoğan yanına aldığı 50.000 asker (üç kolordu ) ile bölgeye gitti fakat dağları bir türlü aşamadı. Bunun sonucunda bir hava saldırısı gerektiğine karar verdi. Gerekli onayı alınca Sabiha Gökçen'i davet etti. Sabiha Gökçen de kabul edip Hava Kuvvetleri'nden 3 uçak filosu ile havadan saldırı gerçekleştirdi. İsyancıların saklandıkları en büyük yer olan Laş mevkiini bombaladı.


Seyit Rıza.


Yapılan harekât başarılı olmayınca, askerler bölgeye girmeyi başaramadı. 13 Eylül 1937'de anlaşmaya çağrılan Seyit Rıza tutuklandı. Askeri harekâttan sonra yapılan yargılama 15 Kasım 1937'de sona erdi. 11 kişi idama mahkûm oldu, fakat yaşların geçkin olmalarından dolayı içlerinden dördü hakkında idam cezası 30 sene ağır hapse tahvil edildi.


Bir jandarma ve Reyber (Rêber Qop)


10-12 Eyül 1937 tarihleri arasında Seyit Rıza barış görüşmesi için Erzincan Vilayet konağına geldi ve o arada tutuklandı.[29] Ertesi gün, Elazığ'da bulunan Umumi Müfettişliğe nakledildi ve 15 - 18 Kasım 1937 tarihleri arasında Seyit Rıza ve Halvori gözeleri'nde toplantı yapan 6 kişi idam edildi. Çok sayıda ayaklanmacı değişik hapis cezalarına çarptırıldı.


Asılan kişiler şunlardır:


Seyit Rıza


Resik Hüseyin (Seyit Rıza'nın oğullarından, 16 yaşında)


Seyit Hüseyin (Kureyşan-Seyhan aşiret reisi)


Fındık Ağa (Yusfanlı Kamer Ağa'nın oğlu)


Hasan Ağa (Demenan aşiret reisi Cebrail Ağa'nın oğlu)


Hasan (Kureyşanlardan Ulkiye'nin oğlu)


Ali Ağa (Mirza Ali'nin oğlu)


Mahkeme


17 Kasım 1937 tarihinde Mustafa Kemal, Diyarbakır'dan Elâzığ'a geldi ve Tunceli'nin Pertek kazasına geçerek Murat Nehri üzerindeki Singeç Köprüsü'nün açılış törenine katıldı.[33][34]


İkinci Tunceli Harekâtı


Ancak olaylar durulmadı ve 1938'de Kureyşan aşireti intikam için diğer aşiretleri silahlanmaya davet etti.


Başbakan Celal Bayar (görev süresi: 25 Ekim 1937 – 25 Ocak 1939) Dersimli isyancılara karşı saldırıyı onayladı ve İkinci Tunceli Harekâtı (2 Ocak - 7 Ağustos 1938) başlatıldı.


Üçüncü Tunceli Harekâtı


10-17 Ağustos 1938 tarihinde Üçüncü Tunceli Harekâtı düzenlendi.


Temizleme harekâtı


6 Eylül'de başlayan temizleme operasyonları 17 gün boyunca devam etti.[36] Direniş amacıyla kırsal alanda kalanların direnişi ise 1948'e kadar sürmüştür.


Harekât sırasında basın üzerinde baskı vardı, 13 Eylül 1938 tarihinde Dersim'de zehirli gazlarla katliam yapıldığı yönünde haber yapan Köroğlu adlı bir gazete hemen kapatıldı. Harekâtın lehinde yayın yapmak ise bir süre sonra serbest bırakıldı.


Hava kuvvetleri


Muhsin Batur, Dersim üzerinde yaklaşık iki ay görev yaptı. Fakat hatıralarında okurlarından özür dileyerek hayatının o bölümünü yazmayacağını açıkladı. Nuri Dersimi, Türk hava birimlerin zehirli gaz bombasını attığını aktardı. Sabiha Gökçen ise, olaylarla ilgili olarak 1956 yılında Halit Kıvanç'a verdiği bir röportajda; "Canlı ne görürseniz ateş edin! emrini almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk" demiştir.


Harekâtın sonuçları


Dersimliler


Hukukçu yazar Hüseyin Aygün, Dersim Harekâtı ve sonuçları hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı bir araştırma olarak nitelendirilen Dersim 1938 ve Zorunlu İskân adlı kitabında, isyanın açıkça kışkırtılarak çıkarıldığını, Cumhuriyet dönemi ayaklanmaları içerisinde sivillere yönelik eziyetin ve kıyımın en şiddetlisine uğradığını, ardından da isyancılarla beraber aileleri ve hatta isyana iştirak etmeyenlerin eziyete ve kıyıma maruz kaldığını, binlerce sivil vatandaşın öldürülmüş ve kalan on binlercesinin de sürgün edilmiş olduğunu belirtmiştir.


Bölgeden Ankara'ya gönderilen raporlarda kadın ve çocuklar dahil olmak üzere insanların zehirli gaz ve yangın bombaları kullanılarak imha edildiği yazılmaktadır. 30 Mart 1937'de, Tunceli Valisi Abdullah Alpdoğan'ın Başbakanlığa yazdığı yazının 2. maddesinde şu yazı geçmektedir: "Tayyare Alay Kumandanından yangın ve Milli Müdafaa'dan yakıcı ve boğucu gaz bombaları istedim.


Askerî harekât, her ne kadar bazı aşiretleri sürgün etse de, harekât 1938 yılının sonuna doğru sona ermiştir. Harekât sonucunda 13.160 ile 40.000 arasında sivil ölürken, 2248 hane, 11.818 kişi başka yerlere sürgün edilmiştir.


Güncel gelişmeler


Dönemin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 23 Kasım 2011 günü yaptığı konuşmada, 9 Ağustos 1939 tarihli bir belgede Dersim'de 13 bin 806 kişinin öldürüldüğünün ifade edildiğini belirtmiş ve Dersim'de yaşananlar için; "eğer devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum" diyerek "devlet adına" özür dilemeyi kabul edebileceğini belirtmiştir. Başlangıçtan Günümüze Dersim Tarihi kitabının yazarı tarihçi Ali Kaya'ya göre, harekatın sorumlusu dönemin Başbakanı Celal Bayar'dır. Asıl yaşanan büyük olayların daha çok 15 Mayıs-15 Eylül 1938 tarihleri arasında meydana geldiğini belirten Ali Kaya, Atatürk'ün o dönemde ciddi olarak hasta olduğunu, doktor raporlarının bulunduğunu ve Atatürk'ün son gelişmelerden haberi olmadığını ileri sürmüştür. 12 Kasım 2014'te CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu "Acı duyan herkesten, ölen her insandan, sürgün edilen her insandan CHP adına da özür diliyorum" diyerek olan olaylarla ilgili partisi adına özür diledi


http://www.haberkita.com/siyaset/dersim-olaylari-nedir-ve-dersim-katliami-seyit-riza-kimdir-h238626.html





DERSİM KATLİAMINI YAZAN TEK İSİM NECİP FAZIL’DIR


Bu ülkenin nasıl zorlu bir geçmişi olduğunu biliyoruz ama yine de 1938 nere 2012 nere! Bu ülkede sosyologlar, siyaset bilimciler, bu meseleyle ilgilenir görünen çok kişi var ve Dersimliler de bilinçlidir üstelik. Nasıl olmuş da tanıklar henüz hayattayken kimse sözlü tarih araştırması yapmamış?


KG: 1940’lar dünyasında ve sonrasında Dersim üzerine yazma cesareti gösteren tek kişi Necip Fazıl Kısakürek’tir. Enteresandır hem Kemalistlere karşıdır, hem milliyetçidir ama bu, kaba bir durum değildir, mazlumlardan yana bir hassasiyeti olduğu kesin. Çünkü mesela sadece Atatürk’ü sorumlu tutmuyor, Bayar’ı da öbürlerini de sayıyor. Normal koşullarda bir mahkeme olsa İnönü’den Bayar’a bunlar Divanı Harp’te insanlık suçu işledikleri için yargılanırlardı, diyor. Tanıkları dinliyor ve çok etkilenip yazıyor. Said-i Nursi’nin talebeleri de harekâtta subay olarak görevlendirilirler ama oraya gittiklerinde bambaşka bir manzarayla karşılaşınca vicdanen rahatsız olup Said-i Nursi’ye yazıyorlar, biri Hulusi Yahyagil’dir mesela.


NG: Resmi tezleri doğrulayan çalışmalar var daha çok. Sol çevreler de orada bir Kürt ayaklanması olduğunu söyler, Nuri Dersimli’yi referans alarak. Ama bu ülkenin aydınları akademisyenleri gazetecileri de maalesef resmi tezin memurları gibi. Bir subayın, öldürdüğü insanlarla ilgili yazdığı üç satırlık raporu belge zanneden, bunu sorgulamayıp üzerine tarih yazan insanlar bunlar. Biz bu sözlü tarih çalışmasına başladığımızda bize, belge var mı diyorlardı. Biz “en büyük belge insandır” diyerek çalıştık.


Tanıkların yaşları ilerlemiş vaziyette, bir on yıl sonra bu çalışma yapılamayacaktı belki de.


Dersim’in kızları 72 yıl sonra bu çalışmaya konuşmamış olsalardı muhtemelen bugün Dersim bu düzeyde


tartışılmayacaktı. Bu çalışma sonrasında Onur Öymen bir şey söyledi, Başbakan konuştu. Köklerinden koparılan kızlar herkesin Dersim’e farklı yaklaşmasını sağladı. Bunun için minnettarız konuşan kadınlara.


http://www.timeturk.com/tr/2012/12/17/dersim-katliami-ataturk-un-bilgisi-ve-izniyle.html





NECİP FAZIL’IN DİLİNDEN DERSİM KATLİAMI!


(Son Devrin Din Mazlumlari, Büyük Doğu Yayınları 10. Basım, Nisan 1990, adlı kitabının DOĞU FACİASI bölümünden aynen alıntılanmıştır.)


En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.


Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi… Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşı -sında sigara içilmesi… Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı… Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk… Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum… Ve buna benzer daha neler, dalıa neler!..


Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî idam karari verecektir?


Elâzığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlanndaki köylerine geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlama ya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor:


“- Sizi de onun yanına götüreceğiz!”


Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarnin yanına gönderilmişlerdir.


Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:


“Durun, ben köy ahalisinden değilim! Muallimim! Müsaade edin, kendimi size isbat edeyim!”


Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. Adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlari gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir. (Bu vak’a, bana, 1944 yılında,Eğridir’de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen Amirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)


Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüvviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla berabır, kurşunlanıyor.


Hozat’ın Karaca köyünden Cafer oğlu Kasım… Bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel Amerika’ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, Amerika dönüşünde, Birinci Dünya Harbinde Kafkas cephesi


Köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi Yüzbaşı Şükrü’nün iki çocuklu karısı Şirin Hatun’la evlenmiş, Hozata gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere Ovacık Kaymakamlığına müracaat ediyor. Muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar.


Muamele biter bitmez “Seni Hozat’tan çağırıyorlar!” diyerek,onu, mahfuzen yola çıkariyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. Koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.


Zavallının zevcesi Şirin Hatun, o esnada, dört çocuğuyla birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. Kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmiş ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. Haykırmaya başlıyor:


“- Yetişin, evimize eşkiya girdi!..”


Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyla beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.


Bu arada Hozat’ın Zımbık köyünde (Şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak, bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor.Oldurulen kadinlar arasinda biri doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sag olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar,emzirtip büyütüyorlar ve ona “Besi” adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşimaktadır.





(24 yil evvelki Büyük Doğu ‘lardan)


Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli isminde bir genç, Elâzığ Muallim Mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak Trakya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. Genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.


Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır.Vazivet birden haber aliniyor.


Cocuklarin oldurulmeleri emriveriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingenelerden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor.


Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmustur.


Celâl Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’in Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularimizin hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.


Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğuııun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.


https://habermerkezi.wordpress.com/2009/11/16/necip-fazilin-dilinden-dersim-katliami/





ATATÜRK VE DERSİM GERÇEĞİ


Atatürk, Dersim katliamının planlayıcısıdır. O güne kadar yapılan tüm planlamaların hepsi onun bilgisi dâhilindedir. Hazırlanan raporlar doğrudan ona gitmiştir. Değerlendirmeleri ve planlamaları yapan bizzat kendisidir. Emekli General Osman Pamukoğlu bir demecinde, “Dersim harekâtından Atatürk’ün haberi yoktur demek hakarettir, harekâtı planlayan Mustafa Kemal’dir” demiştir. Atatürk’ün Dersim ilgisi sadece bu kadar değildir. Manevi kızı Sabiha Gökçen’i ilk kadın savaş pilotu olarak görevlendirmesi ve görevlendirme sırasında yaptığı konuşma, Atatürk’ün rolünü göstermesi açısından önemlidir


Dersim Katliamı emrini bizzat Atatürk verdi (Belge)


Gazeteci Nevzat Çiçek Dersim Katliamının emrinin Mustafa Kemal tarafından bizzat verildiğini gösteren belgeyi yayınladı.Çiçek, Seyit Rıza’nın asılmadan önce Atatürk’le görüştürüldüğünü iddia ediyor….


Dersim meselesinin tartışılırken bazı çevreler kasıtlı olarak gerçeklerin üstünü örtmeye çalışıyor. Dersim Katliamı’nın baş aktörü olan Mustafa Kemal Atatürk’ün rolünü görmezden gelmektedirler. Dahası bu çevreler Mustafa Kemal’in Dersim Katliamı’ndan bihaber olduğunu, “Mustafa Kemal yetişseydi Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamını durduracaktı” yalanını topluma yutturmaya çalışıyorlar.


Oysa biz biliyoruz ki Dersim Katliamı’nın emrini veren, Dersim Harekatını bizzat yöneten Mustafa Kemal’in ta kendisidir.1934 İskan Kanunu, 1935 Tunç-eli Kanunu ve 4 Mayıs 1937 tarihli Tunceli Tenkil Harekatına Dair Bakanlar Kurulu Kararı bizzat Mustafa Kemal’in emriyle çıkarılmıştır. Bu karar ve kanunların altında Mustafa Kemal’in imzası vardır.


4 Mayıs 1937 günü Dersim’in kaderini belirleyen bakanlar kurulu toplantısına Atatürk başkanlık etmiştir. 4 Mayıs’ta alınan bu kararla Dersim Tertelesi başlamıştır. Trabzon Atatürk Köşkü’nde bulunan haritanın üzerinde asılan yazıda Atatürk’ün Dersim Harekatını bizzat yönettiği yazılmaktadır. Harita Dersim bölgesi işaretlenmiştir. Askeri planlar bizzat M.Kemal tarafından çizilmiştir. Sabiha Gökçen’de anılarında Dersim’i bombalama emrini Atatürk’ün verdiğini anlatmaktadır.


Kırmanciya Beleke dergisi Mayıs 2010 tarihli 4. sayısında konuyla ilgili bir makale çıktı. Makalenin yazarı Kırmanciya Beleke dergisinin Genel yayın yönetmeni Serhat Halis.Halis, makalesinde Seyit Rıza ile Atatürk’ün görüştüğünü yazmakta. İddiasını verdiği çarpıcı örneklerle ve döneme ilişkin yazılan anılar ve gazetelerde yer alan bilgilerle güçlendirmektedir. Şimdi Kırmanciya Beleke dergisinin Mayıs 2010 tarihli sayısında Serhat Halis’in makalesinden bazı bölümlere göz atalım:


Kemal 12 Kasım 1937 günü Ankara’dan özel beyaz treni ile “Doğu Gezisi” ne başlar. İlk durağı Sivas’tır. 13 Kasım’da Sivas’ta bulunan M. Kemal, 14 Kasım’da Malatya’ya geçer. Malatya’da gerçekleştirdiği ziyaretlerin akabinde Saat 14.00’da Malatya’dan Diyarbakır’a gitmek üzere yola çıkar. M. Kemal’in resmi olarak Malatya’dan sonra yol üstündeki Elazığ’a değil de, önce Diyarbakır’a geçmesi ve ters bir şekilde Diyarbakır’dan sonra Elazığ’a uğramasının sebebi, Seyit Rıza’ların idamlarının yarattığı etki geçtikten sonra Elazığ’da olmak istemesinden başka bir şey değildir. Bakın bu konuyu Çağlayangil kitabının belirli bölümlerinde birkaç defa nasıl ifade etmiş;“Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki ‘Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim harekatı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu Elazığ’a dolmuş. Atatürk’ten Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Beyaz donluların Atatürk’ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim.’” (İhsan Sabri Çağlayangil, Anılarım, s. 49, Yılmaz Yn), “Oysa, biz mahkemenin kararını Atatürk gelmeden evvel vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk. Ben bunu halletmek için Hükümet tarafından buraya gönderilmiştim.” (age. s. 50)


“Fakat biz bu işleri belki zamanında halledemeyeceğiz diye, Atatürk bir gün sonra Elazığ’a geldi.” (age. s. 52)


http://www.basakder.org.tr/haber-4542-dersim_katliami_emrini_bizzat_ataturk_verdi_belge_.html











Dersim tartışmalarına DP'nin eski lideri ve Celal Bayar'ın son avukatı Hüsamettin Cindoruk da katıldı. Cindoruk'un anlattığına göre Dersim'i "vur" emri Atatürk'ten geldi.


"Dersim Cumhuriyet'in zorbalığıdır" diyen Cindoruk, "hükümetler gelip geçicidir. Hukuken mühim olan Meclis'in kolektif özrü" görüşünde. Radikal'den Ezgi Başaran'a konuşan Cindoruk, olayda herkesin sorumluluğunun olduğunu iddia etti.


Bayar'ın 25 yıl avuktalığını yapan Cindoruk, rahmetlinin Dersim'le ilgili kendisine söylediklerini aktardı:


"Cumhuriyet Milli Misak sınırları içerisinde tamamen egemen olmuştu. Hakkari dahil, Trakya dahil bütün ülkede Cumhuriyet egemendi, bir tek Tunceli dışında. Tunuceli'deki mütegallibe Tunceli'yi Cumhuriyetin dışında tutuyordu. Polis, jandarma oraya giremiyor, vergi alamıyordu. Coğrafyası böyle bir direnmeye çok müsaitti. Bunu aşmak için çok uyarı yaptık, kanunlar çıkardık ama olmadı. Atatürk sonunda bize vurun dedi, vurduk. Tenkir ve tedip ederek Cumhuriyet topraklarına Tunceli'yi kattık." Aynen böyle anlatmıştı.


"Atatürk'ün bilgisi yoktu" diyenlere Cindoruk, "Başka bir karine daha Sabiha Gökçen'dir. Kendisi askeri pilot da değildi. Sizce Atatürk'ün manevi kızı olarak onun bilgisi dışında böyle bir harekata katılması mümkün mü?" diye cevap verdi.


"Dersim'e yapılanlar baştan aşağı haksızlıktır" diyen Cindoruk, DP'nin de sorumlu olduğunu şu sözlerle dile getiriyor: Evet belki CHP egemen partiydi ama o sırada


"Evet, belki CHP egemen partiydi ama o sırada sadece İnönü ve Bayar mı var? Menderes, Köprülü milletvekili. Demokrat Partili bir sürü vekil var. Eğer orada bir siyasi mesuliyet varsa, herkesindir. Sadece CHP’nin değil, Demokrat Parti’nin de."






@Mustafa1SENYURT