26 Mart 2015 Perşembe

HUŞÛ İLE NAMAZ NASIL KILINIR?


Namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.
İBÂDETTE HUŞÛ ZARURÎ
Kalbin hastalıklardan temizlenebilmesi için ibâdetleri huşû ile yapmaya gayret etmek îcâb eder. Zîrâ Cenâb-ı Hak huşû­suz bir ibâdeti istememekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Vay o namaz kılanların hâline ki onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5)
Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir:
“–Onlar namazın ehemmiyetinden gaflet edip, onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar,
–Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar,
–Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp tehir ederler,
–Namazın terkinden müteessir olmazlar,
–Kıldıkları vakit de, Allâh için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar,
–İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (Hak Dîni Kur’ân Dili, IX, 6168)
Mü’minûn Sûresi’nde de:
“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2) buyrulmaktadır.
Diğer bir âyet-i kerîmede ise namazı huşû ile kılmanın nasıl mümkün olabileceği şöyle îzâh edilmektedir:
“Sabır ve namaz ile Allâh’tan yardım isteyin. Şüphesiz ki o, huşû sâhibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir. Onlar ki kendilerinin hakîkaten Rab’lerine kavuşacaklarına ve O’na rücû edeceklerine inanırlar.” (el-Bakara, 45-46)
HUŞÛ NEDİR?
Huşûu, bâzıları korku, çekingenlik gibi kalbî fiillerden biri olarak târif etmiş; bâzıları da onu, gereksiz hareketleri terk etmek ve sükûnet içinde olmak gibi âzâlara âit fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalbde, tezâhürü bedende olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe âit tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi hiçliğini görerek, nefsi, Hakk’ın emrine baş eğdirmek, son derece yüksek bir edeb, tâzim ve saygı hissi duymaktır. Dış görünüşle alâkalı yönü de, vücut organlarında bu duygunun zuhûruyla bir sâkinlik meydana gelmesi, namazda gözlerin etrafa değil, önüne ve secde mahalline bakmasıdır.
Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîmede, namazı huşû ile kılabilmek için kişinin, “Allâh’a kavuşuyormuşçasına” ve “O’na dönüyormuşçasına” bir hâlet-i rûhiye içinde bulunmasının lüzûmu açıkça belirtilmektedir. Yâni namazın beden ve kalb âhengi içinde kılınması zarûrîdir. Ancak böyle bir namaz mü’mini fahşâ ve münkerden koruyabilir.
NAMAZI HUŞU İLE KILMANIN 4 ŞARTI
Bahâeddîn Nakşibend -kuddise sirruh-’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?”
O da cevâben:
“–Dört şeyle.” buyurdular:
  1. Helâl lokma,
  2. Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
  3. İlk tekbîri alırken kendini huzûr-i ilâhî’de bilmek,
  4. Namaz dışında da Cenâb-ı Hakk’ı aslâ unutmamak.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar namazlarında devamlıdırlar.” (el-Meâric, 23)
İbâdetlerde huşûu yakalayabilmek ve ibâdet hâricinde de sanki namazdaymış gibi mânevî bir hâlet-i rûhiye içinde olabilmek için diri bir kalble fuzûlî söz ve davranışlardan âzamî derecede uzak durmak gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)
Diğer ibâdetler de böyledir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“O mü’minler ki, verdikleri (hayır ve sadakaları), kalbleri her an Rab’lerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek verirler. (Diğer bir kıraata göre ise): Yaptıkları her işi bu haşyet, korku ve ürperme hissiyâtı içinde yaparlar.” (el-Mü’minûn, 60)
“Şüphesiz ki Allâh, kullarının (samîmî) tevbesini kabûl eder ve (gönülden verdikleri) sadakaları alır!..” (et-Tevbe, 104)
Âyette sadakanın, yâni infâkın da, namaz gibi riyâdan uzak ve huşû içinde verilmesi istenmektedir. Bu incelik, hadîs-i şerîfte “sağ elin verdiğinden sol elin haberdâr olmaması” (Buhârî, Ezan, 36) şeklinde ifâde buyrulmuştur.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş – Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi – 1
http://www.islamveihsan.com/husu-ile-namaz-nasil-kilinir.html

Huşû İle Namaz Kılamıyorum Diyenlere   

İhsan Şenocak


18 Mart 2015 Çarşamba

Çanakkale Geçildi! Çünkü…








1- ÇANAKKALE GEÇİLMEZDİ DE İSTANBUL NASIL İŞGAL EDİLDİ

Dünden kalan konuya kaldığımız yerden devam edelim. Evet, bir zulüm var. Sürgünler, katliamlar yaşandı, En büyük bedel ödeyenlerden biri de biziz. Türk’ü de, Kürd’ü de, Sünnisi de, Alevisi de, Müslümanı da, gayrimüslimi de eza ve cefa çekti bu işten. Hesap soracaksanız gidin önce CHP’den sorun. CHP Genel Merkezinin önünde çadır kurun.. Çünki İttihatçı geleneğin Cumhuriyet dönemindeki temsilcisi onlar. Bu işlerin sorumlusu İttihatçıların kurduğu bankanın mal varlığına siyasi varis olarak, İş Bankası’na devredenlerden sorun bu işin hesabını. Birileri şecaat arz edeyim derken, sirkatin söylüyor sanki! Bu kirli oyunlar, Osmanlı’yı parçalamak ve İsrail’in kuruluşuna giden yolda, hem batının desteğini sağlamak hem de Hıristiyan dünyası ile Osmanlı ve bakiyesi arasına bir kan davası sokmak içindi. Birileri hâlâ o eski planların artistliğini yapıyor sanki..

Bakın Ermeni meselesi anlaşılmadan İsrail’in kuruluşunu anlamak kolay değil. Çanakkale savaşı anlaşılmadan da Ermeni meselesini anlayamayız.. Ama “Çanakkale geçilmez” diye bir efsane üretilerek gerçeklerin üstü örtülmeye çalışılıyor.. Anzak ayinleri ile iş başka yerlere çekiliyor.. Çanakkale geçilmezdi de İstanbul nasıl işgal edildi kardeşim! Niye Mondros mütarekesini imzaladınız ki! 3 yıl 2 ayda Etibank’ı bile tasfiye edemezken, koskoca bir imparatorluğu tasfiye ettiler, zafer diye kutlatıyorlar.. Çanakkale’de başlamadı savaş. İttihatçıların Rusya’ya saldırısı ile başladı. Cevap Çanakkale’den geldi. Ardından Filistin, Kars gitti. Neden bu cepheler konuşulmaz. Kazım Karabekir Doğudaydı, Mustafa Kemal ve Liman Von Sanders Filistin cephesinde.. Anadolu’nun işgali Filistin’den başladı. Hatay’dan girdiler, ilk kurşun Dörtyol’da sıkıldı, İzmir’de değil..

Anadolu’nun fethinden başlayarak bir efsane uydurdular gidiyor. Gerçekler çarpıtıldı, mefahir övgü ya da sövgü kitabına dönüştürüldü.. Efsaneye dönüştürüldü. Hz. Peygamber Medine’deki mezarından Çanakkale’ye savaşa getirildi ya hu! Evet, bir teklifim var: Biz de bu tarihi gerçeklerin ortaya çıkması için Ekim-Kasım 2014 döneminde, 9 Ekim 1918’de Ahıska Hükümet-i Muvakkatasının kurulmasından başlayarak, diğer katılım tarihlerini de not ederek, İstanbul’da bir kongre düzenleyelim, daha sonra da bu illerimizde, yurdun diğer bölgelerinde sergiler, söyleşiler yapalım. Gerçek neyse o, biz gerçeğin, hakkın, hakikatin peşinde olalım. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa.. Konu ile ilgili tarihler şöyle. Bu illerdeki valilikler, kaymakamlıklar, belediyeler de bu çalışmalara destek verebilirler..

Vakıf, dernek, sendika, oda, kim varsa bu işe destek verelim. Kendi tarihimiz, bu toprağın tarihi ile yüzleşelim. Amerikalılar, İsrailliler bize gelip, bize ders vermeye kalkmasınlar.. Aslında onların yüzlerinin bile olmaması gerekir bu konuyu konuşmak için bizimle. Ama birileri bizim bilgisizliğimizi istismar ediyor.. Hırsız bize sigorta poliçesi ya da güvenlik kiti satmaya kalkıyor sanki! Bu konu ile ilgili özel tarihler şöyle: 9 Ekim 1918’de Ahıska Hükümet-i Muvakkatası kuruldu. 29 Ekim 1918 tarihinde Ahıska ve Ahılkelek çevresinde Ahıska Hükümet-i Muvakkatası (Ahıska Geçici Hükümeti kuruldu. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti ordusu birliklerinin Güney Kafkasya’dan çekilmesini öngörmüştür.

Osmanlı Devleti bu hükme uyarak 4 Aralık 1918 tarihinde askerlerini 1877 yılından önceki Rusya sınırına aynı uzaklıktaki yere çekecektir. Fakat Kars’tan askerlerini 2 ay sonra çekme kararı almıştır. Bu kararın nedeni halkın bölgede bir hükümet kurmasına zaman vermektir. Çünkü askerlerin geri çekilmesi ile Elviye-i Selase denen Kars, Batum ve Ardahan, Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti işgaline açık bir hale gelecektir 3 Kasım 1918 tarihinde Emir Bey Ekberzâde başkanlığında, merkezi Iğdır olmak üzere Araş Türk Hükümeti kuruldu. 5 Kasım 1918’de Kepenekçi Emin Ağa (Emin Ağa Borçalı) ve Piroğlu Fahreddin Bey başkanlıklarında merkezi Kars olmak üzere Kars İslâm Şûrası kurulmuştur. 15 Kasım’da Birinci Kars Kongresi düzenlendi ve sekiz kişilik Muvakkat Heyeti seçildi. 30 Kasım 1918’de İkinci Kars Kongresi (Kars İslâm Şûrası Büyük Kongresi) düzenlendi ve Millî Şûra Hükümeti kuruldu. Bu Şûradan sonra Aras ve Ahıska’daki hükümetlerini birer şubesi sayarak Millî Şûra Hükümetine katılmıştir.

Kars’ta toplanan kongrede bu üç hükümet Kars Millî İslâm Şûrası Merkez-i Umumisi adı altında birleşmiştir. Başkanlığına Cihangirzade İbrahim Bey seçilmiştir. 60 yöresel temsilcinin katıldığı bu kongre ile Kars, Oltu, Kağızman, Iğdır, Sarıkamış, Ardahan ile Türklerin veya Müslümanların yaşadığı Ahılkelek, Ahıska ve Batum gibi şehirlerde yaşayan halk örgütlenmiştir. 17 -18 Ocak 1919 tarihlerinde Dr. Esat Oktay Bey başkanlığında Kars’ta toplanan kongereye, 131 temsilci katılmış ve kongrede Kars Millî İslâm Şûrası’nın adı Cenûb-i Garbî Kafkas Hükûmet-i Muvakkata-i Milliyesi (Güneybatı Kafkasya Milli Geçici Hükümeti) olarak değiştirilmiştir. Başkanlığına yine Cihangirzade İbrahim Bey seçilmiştir. Bu geçici hükümet, 18 maddeden oluşan anayasası, yeşil ve kırmızı zemin üzerinde bulunan ay-yıldızlı bayrağı kabul edip; 12 üyeli bir bakanlar kurulu ve halkın oyu ile seçilen 131 milletvekilli bir parlamento kurmuştur. 25 Mart 1919 tarihinde bu meclis Cenûb-i Garbî Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi adını almıştır. Hükümet Kars’ın dışında Artvin, Ardahan, Batum, Gümrü, Sarıkamış, Nahcivan, Ordubad ve Iğdır’ı sınırları içinde saymıştır.. Evet, şimdiden çalışmaya başlayalım. Fotoğraf sergileri, konferanslar, Radyo-Tv programları, röportajlar, söyleşiler.. Tarihi övgü ya da sövgü kitabı olmaktan çıkartalım.. Tarih bir toplumun ortak hafızası ve tecrübeler birikimidir.. Tarihten ders alalım.

Selâm ve dua ile.. ABDURRAHMAN DİLİPAK.

2- Çanakkale Geçildi! Çünkü…



Bizim bir Çanakkale zaferimiz vardır. Düşman ordusunu-özellikle İngiltere’yi denize döktüğümüz destansı zafer.

Çanakkale Savaşı, Müslümanların inançlarını korumak için verdiği mücadeledir.

Çanakkale Savaşı, kâfirlerin topraklarımıza girip kâfirlik yapmalarını engellemek için verdiğimiz bir mücadeledir.

Çanakkale Savaşı; namazla, tekbirlerle, Kur’an’la verilen mücadelenin adıdır.

Çanakkale Savaşı, Müslümanların“Biz daha bitmedik. İman varsa imkan da var” sloganını Batının kokuşmuş, materyalist, seküler zihniyetine haykırmaktır.

Çanakkale zaferi; ulusalcı, seküler, Kemalist ve ırkçı zihniyetin vesayetlerini sürdürmek için kullandıkları bir araç asla olamaz.

Çanakkale Savaşı, ümmetin diriliş için attığı son çığlıktır. Çanakkale zaferi, ümmete “kalkın ayağa ve dimdik durun” demektir. Çanakkale zaferi, “düşmek ayıp değil, kalkmasını bil” düsturunu bize en iyi öğreten zaferdir. Çanakkale zaferi, gücünü vahiyden alan, ümmetçi düşüncenin dışa yansımasıdır. Yoksa Çanakkale zaferi, toprağı kurtarıp zihinleri Batı’nın seküler ve materyalist zincirlerine bağlamak değildir.

Çanakkale Savaşı, inanç değerlerini korumak ve yüceltmek için Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, Lazıyla, Çerkeziyleverdiğimiz mücadelenin adıdır.

İşte tam bunu dediğimde birileri için “Ama Araplar bizi arkadan vurdu, İngilizlerle iş birliği yaptılar” demek refleks haline gelmiş.

“Mekke Emir’i Şerif Hüseyin İngilizlerle anlaşıp 1. Dünya Savaşı’nda İngilizleri destekledi. Ama Arapların hepsi bunu yapmadı. Osmanlı’yı savunan Araplar da vardı. Çanakkale, Kafkas ve Balkan Savaşları’nda bizden yana oldular. Bu savaşlarda ‘200 bin Müslüman Arap’ şehit oldu. Yurt dışına gidip Osmanlı şehit mezarlıklarına bakın, Bağdatlı, Şamlı, Halepli, Trabluslu, Beyrutlu kişilerin mezarlarını göreceksiniz”[1]

Çanakkale Savaşı’nda bizim safımızda bize destek veren onlarca Arap vardı. Ve onlarcası Çanakkale Savaşı’nda şehit düştü. İngilizlerle işbirliği yapan Şerif Hüseyin ve yandaşlarıdır. Bunu kalkıp tüm Araplara genellemek gülünçtür. Şerif Hüseyin ve yandaşlarının yaptıklarını “Araplar bizi arkadan vurdu” diyerek insanlara anlatmak “ulusalcı-ırkçı zihniyetin” dışa yansımasıdır. Bunlar asla Çanakkale Savaşı’nda bizimle beraber olan Arap Müslümanları görmezler. Çanakkale zaferini sadece Türklerin zaferiymiş gibi göstermek isterler. Hâlbuki o zaferi, Diyarbakırlı, Bitlisli, Siirtli Müslüman Kürt kardeşimle, Müslüman Arap kardeşimle, Müslüman Laz kardeşimle, Müslüman Türk kardeşimle beraber kazandık. Ve biz bunu bir inanç uğruna yaptık. Neyse geçelim bu faslı. Çünkü MalcolmX’in dediği gibi:“Irkçılık bir ideoloji değil, psikolojik bir hastalıktır.”

Çanakkale Zaferi’nden sonra günümüze kadar “Çanakkale geçilmez!” diyerek her yerde söyledik durduk. Duvarlara yazdık bunu. Bunu kağıtlara büyükçe yazıp sınıflara astık. Caddelere, sokaklara “Çanakkale Geçilmez” pankartları astık. Ne zaman Çanakkale kelimesi geçse hemen aklımıza “Çanakkale geçilmez. Geçilmedi de” cümlesi geldi. Arkadaşımıza, akrabamıza, kardeşimize Çanakkale’de yaşanan ibretlik olayları anlata anlata bitiremedik. Savaşta yaşanan mucizevi olayları anlattıkça anlattık. Askerlerimizin ne kadar güzel bir destan yazdığını her seferinde anlattık. Ve ardından omuzlarımızı kabartıp o destansı cümleyi tekrardan kurduk: “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ!”(İşte bunu diyenlere ben diyorum ki: Aklına selam söyle)

Ama Çanakkale geçildi. Hatta Çanakkale gibi onlarca yer geçildi. Ama biz “Çanakkale Geçilmez” diyerek kendimizi avuttuk durduk. Evet üstüne basa basa söylüyorum: “Çanakkale Geçildi” Bu yazımı da Çanakkale’nin nasıl geçildiğini ispatlamak için yazdım. Sanırım ispatına başlayabiliriz artık. Anlatalım ki içi boş sloganlarla övünüp durmayalım. Çünkü slogan toplumu olduk çıktık.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Çanakkale Savaşı’ndan sonra yaşanan olayları iyi analiz edersek bu gerçeği kolayca anlayabiliriz. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi kurulmuş yeni bir devlet oluşmuştu. Meclis dualarla, Kur’an’la, tekbirlerle, namazlarla, hatimlerle açılmıştı. Kelime-i Tevhid bayrağı ile tekbirler getiriliyordu. Bu gün ise o bayrağa “irtica” deniliyor. Meclisin içinde kürsünün arkasında “Ve emruhum şura beynehum” (onların işleri aralarında şura istişare iledir.-Şura 38) ayeti yazılıydı. [2] Ayrıca dönemin İzmir Milletvekili Mahmut Esat Bozkurt diyor ki: “Mecliste müezzin beş vakit ezan okur, imam cemaate namaz kıldırırdı…”[3]Evet gördüğünüz gibi yeni kurulan mecliste ve devlette din konusunda ne kadar hassas olduğu görülüyor. Zaten Çanakkale zaferi de bu ruhla kazanılmıştı. Devleti ve meclisi de bu ruh inşaa ediyordu. Ama çok kısa bir zaman sonra bu durum ortadan kalkmış ve meclise de devlete de seküler-laik yapı egemen olmuştu. Tevhid Bayrağı irtica simgesi olmuş. Kur’an’ın ilkeleri gericilik, savunanlar da yobaz olmuştu. Artık meclise vahiy hakim değildi. Vahyin egemenliğini savunan milletvekilleri de tasfiye edilmişti. Bunlardan bir de Mehmet Akif’ti. Mecliste ezan okumak, Kur’an’ın ve İslam’ın ilkelerini savunmak irtica, gericilik, yobazlık ve teröristlik olacaktı. “Laiklik elden gidiyor. Kahrolsun şeriat diyerek” dindar kesim tasfiye edilecekti. Zaten bu durum günümüzde de aynı yapısıyla devam etmektedir. İşte Çanakkale’nin geçildiğinin birinci delili bu. Çanakkale geçilmemiş olsaydı bunlar olur muydu? Neyse geçelim.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Tarih 3 Mart 1924’ü gösteriyordu. Hilafet kaldırılmış, daha doğrusu ilga edilmişti. Hükmünü kaybetmişti. Son halife 2. Abdulmecit yurtdışına sürülmüştü. Halifenin şahsi hayatından bahsetmek istemiyorum. Asıl olan hilafet kurumunun ne kadar önemli bir kurum olduğudur. Hilafet ile dünyadaki tüm Müslümanlar Halifenin etrafında toplanıyorlardı ve böylece Müslümanlar büyük bir güç haline geliyordu. İngilizler ve Batı Hilafet ve Halife’den hiç hoşlanmıyordu. Çünkü Müslümanları birlik ve beraberlik içinde tutuyordu. Bu da İngilizlerin Müslümanları “bölüp parçalayıp yutmasını” engelliyordu. Halife, haydin savaş var! dediğinde Müslümanlar toplanıp büyük bir güç oluşturuyordu. İngilizler, Hilafet ve Halife belasından kurtulmalıydı. Farklı ırktan olan Müslümanları Hilafet ve Halife birleştiriyordu. Bakın Hilafet kaldırıldığında İngilizlerin tepkisi nasıl olmuş:

Halifelik kaldırılınca İngiltere’nin Musul’daki resmi görevlisi bunu hayretle karşılayıp inanmakta güçlük çekmiştir. İngiliz görevli “Halifeliğin ortadan kaldırılmasıyla Türkler’in bindikleri dalı kestiklerini ve bununda İngiltere için inanılmayacak derecede mükemmel olduğunu”[4] söyledi. AH AH!MÜKEMMEL OLMAZ MI!Yıllardır parçalamak istedikleri Müslümanları parçaladılar.

İngiltere büyükelçisi Ronald Lind 8 Şubat 1926 raporunda şunları diyor: “Laik Türkiye’nin Müslümanları artık İngilizler için tehlike olmaktan çıkmıştır”[5]

İngiliz yazar PhilipsGraves ise “Türkler herhangi bir devlet için güçlük yaratabilecek Hilafet kurumunu ortadan kaldırmakla Britanya(İngiliz) İmparatorluğuna çok büyük iyilik yapmıştır”[6] (Yorum sizin)

Meşur tarihçi Arnold J. Taynbee ise şunu dedi: “Halifeliğin kaldırılmasıyla Türkler İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkmıştır. Türkiye İslam’ın manevi önderliğini bırakıp, dünyevi bir hükümet kurup halifeyi sınır dışı edince Batılaşmanın nimetlerine karşılık İslam birliği ve desteğinden vazgeçti. Ne olursa olsun Halifelik İslam toplumunu birleştirici ve İslam’ın geçmişi ile en güçlü bağı sayılmıştır”[7] Zaten bunun için Hilafet tehlikeliydi.

Evet aslında İngilizler, Hilafetin kaldırılmasıyla Çanakkale Savaşı’nda elde edemedikleri büyük zaferi elde ettiler. İngilizler için Hilafet’in kaldırılmasıyla(ilgası), Müslümanları birleştiren güç ortadan kalktı. İngilizler için bundan daha büyük zafer olabilir mi? Artık Müslümanları istedikleri gibi bölüp parçalayıp yutabileceklerdi.Zaten ekmeği bölmenin amacı da kolay yutulur lokma haline getirmektir. Biz halen “Çanakkale Geçilmez” diyerek kendimizi avutup duralım. İşte Çanakkale’nin geçildiğinin en açık ispatıdır bu.



ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

25 Kasım 1925’te TBMM, meşhur Şapka Kanununu kabul etti. İşte bu Kanunla beraber yaşananlar tarihimizde utanç lekesi olarak kalacaktı. Şapka giymeyenlere karşı baskı uygulanacak gerekirse asılacaktı. Yaşanan şu olay durumu en güzel şekilde özetliyor:

Rize Ulu Camii imamı Hafız Şaban Hoca cemaate “Biz dinimize bağlılık isteriz inanmayanlar inanmasın fakat inananlara zulüm yapılmasın, tek isteğimiz sarığımıza sakalımıza cübbemize dokunulmasın. Şapkayı giyenler giysin ama giymeyenler hapse atılmasın.” şeklindeki sözleri Rize’de şapka yasasına karşı protestoları başlatmıştı. Bu protestolara karşı hükümet halkı sindirmek için Rize limanına dönemin en büyük savaş gemisi “Hamidiye Zırhlısını” demirleyerek Rize’yi bomba yağmuruna tutmuştu. Hamidiye zırhlısının Rize’nin yamaçlarına topçu ateşi açtığı ve halkın bunu destanlaştırarak: “Atma Hamidiye atmavergide vereceğuk, şapka da giyeceğük” ağıtları yakarak aman diledikleri tarih kütüklerinde kayıtlıdır. [8] Şapka giymemek için ölene kadar şehre inmeyip dağlarda, mağaralarda yaşayan insanlar bile olmuştur. Kellesiz kalmak istemeyenler de şapkayı bulup giyiyorlardı.

Ayrıca Maraş, Sivas, Kayseri, Erzurum’da da halk isyan etti. Halkın üzerine ateş açıldı. [9]

Bu da gösteriyor ki, zihnin ve şeklin Batı’ya uydurulması için her şey yapılır olmuştu. Kendi memleketi bombalayacak kadar ileri gidilmişti. Halbuki Çanakkale Savaşı İngiltere ve Batı’nın zihniyetine karşı verdiğimiz mücadelenin ifadesiydi. Çanakkale Savaşı’nda İngilizlere ve Batı’ya karşı her türlü mücadeleyi verdik. Ama savaştan sonra onlara benzemek için her şey yapıldı. Savaş sadece toprak kurtarmak değildir. Savaş aynı zamanda inancını, hukukunu ve seni sen yapan değerleri de kurtarmaktır. İşin ilginç tarafı Cumhuriyet Dönemi’nde bizi biz yapan değerlere sırtımızı dönmüştük. Batı’nın şapkasını giydirmek için halka zulüm yapılmıştı. Çanakkale Savaşı’nı bunun için mi vermiştik?İşte Çanakkale’nin geçildiğinin bir başka delili de budur. Biz ise halen “Çanakkale Geçilmez” diyerek kendimizi avutalım.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

1 Kasım 1928’de Harf İnkılabı olmuştur. 1000 yıllık alfabemiz bir günde değiştirilmişti. Bununla beraber hiçbirimiz 90 yıl önce yazılmış bir eseri alıp okuyamıyoruz. Eskikütüphaneler türbeye dönüşmüştür. Cemil Meriç’in dediği gibi 3 Kasım 1928’den itibaren kütüphaneler birer “tuğla yığını”na döndü; dini-kültürel birikimimiz gelecek nesillere aktarılamadı. İsmet İnönü’nün şu sözü tüm bu Türkçeleşme harekatının amacını ortaya koyuyor: “Harf İnkılabı’nın en büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. Türk milletini bir kültür âleminden bir başkasına nakletmiştir” Ahmet Cevat Emre “Arap yazısıyla Batı kültürünü benimsemek imkânsızdı.” diye yazmıştır. Demek ki, gerçek amaç, Batı medeniyetine geçmekti, Osmanlı’yı, İslam’ı ve Kur’an’ı temsil eden bir yazıyla yollarına devam edemezlerdi. Kendi iradesiyle Harf İnkılabı’nı yapan 2 ülke var modern çağda. Biri biziz, diğeri İsrail. Ancak mühim bir farkla: Biz Arap yazısını geri bıraktırıyor diye terk ederken, İsrail, hemen bütün Yahudi vatandaşları Latin harflerini bildiği halde tersinden bir Harf İnkılabı yaptı ve “2 bin yıl önceki” ölü ve öğretilmesi çok zor “İbrani alfabesini” diriltti. Latin alfabesine geçilmesiyle batıya doğru meyledildi. İnsanlarda bugün bile belli olan kimlik bunalımı oluştu. [10]

Aslında buna Osmanlı’nın yani tarihin hakimiyetinden kurtulmak da diyebiliriz. Tüm bu yaşananlara baktığımızda biz 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin işgalinden değil de Osmanlı’nın hakimiyetinden kurtulmuşuz gibi geliyor. Bu değişiklik Batı’nın kültür anlayışını benimsemede yardımcı olacaktı. Allah aşkına o zaman biz niye Çanakkale Savaşı yaptık ki? Niye bu kadar şehit verdi ki? Bırakın Çanakkale’yi geçmeyi, zihinlerimizi köleleştirmişler. Zihinlerimizin içine format atmışlar. İşte Harf Devrimi de Çanakkale’nin geçildiğinin başka bir delili.






ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Çanakkale’nin geçildiğinin en vahim örneğine geldik şimdi. Cumhuriyet Dönemi’nde yapılan güzellik yarışmalarına yani. Dünya genelinde bir güzellik yarışması düzenlenir Avrupa’da, Belçika’nın Spa şehrinde düzenlenir bu yarışma. Keriman Halis bu yarışmaya gönderilmek istenir. Babası Tevfik Halis’ekızınızı güzellik yarışmasına sokacağız dediklerinde Tevfik Bey“Bu kara kızı mı?”diye alay etti. Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrindeki yarışmaya Keriman Halis de gönderilir. 28 ülkenin temsilcileri arasından dünya güzeli seçilir. Buraya kadar belki acı verici bir şey yok. Ama Keriman Halis nasıl birinci oldu?

Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek şöyle dedi: “Sayın jüri üyeleri bugün Avrupa’nın Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir… Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz. Onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış yokmuş önemli değil… Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu işte “mayo ve sutyen”ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uygun bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle. Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”[11] Keriman Halis Türkiye’ye döndüğünde Atatürk ona “ECE” ismini veriyor ve böylece ismi Keriman Halis Ece oluyor. Ece “kraliçe” anlamına gelmektedir.

Şimdi soruyorum biz Çanakkale Savaşı’nı bunlar için mi yapmıştık?Biz Çanakkale Savaşı’nı Avrupa’ya çıplak bir kız gönderip Avrupalıların gözüne zevk vermesi için mi yapmıştık? Biz Çanakkale Savaşı’nı namusumuzu korumak için yapmamış mıydık? Çanakkale Avrupa’ya güzellik yarışması için çıplak bir Müslüman kız gönderdiğimiz gün geçildi. Çanakkale Avrupa’dan birincilikle dönen bu kızımıza “ECE (kraliçe)” ismini verdiğimiz gün geçildi. Halbuki Çanakkale’de ve diğer savaşlarda ninelerimiz ve annelerimiz örtüsüyle, tesettürüyle askerimize yardım etmişlerdi. Cephanelik taşımış, yiyecek giyecek taşımışlardı. Onlar bizim namusumuzun bekçisiydi. Bu güzellik yarışması gösteriyor ki, Çanakkale çoktan geçilmiş de bizim haberimiz yok. Allah aşkına biz Çanakkale Savaşını bunlar için mi verdik?İşte Çanakkale’nin geçildiğinin en büyük delillerinden bir de budur.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

1932 yılında ezanı Türkçeleştirip Arapça okunmasını yasaklamaya başladılar. Bu tarihten itibaren Diyanet İşleri Başkanlığının talimatıyla Arapça ezan okuma yasağı getirilir. Bu ezan 1932 de böyle okutulmaya başlandı. Tam 18 yıl böyle okutuldu. Atatürk 1938 de öldü. Demek ki 5 yılı Atatürk döneminde 13 yılı da İsmet İnönü döneminde okutuldu. Ezan “Tanrı Uludur” diye başlıyor. Allah-uekber (en büyük Allah’tır) kaldırılmış yerine Yunancadan hortlatılmış Tanrı kelimesi getirilmişti. Said Nursi bu ezanın okunduğunu duyar ve bu ezana “şarkı” der. Velhasıl 18 yıl şarkı okuttular bize. Bu ezanı okuması içinde musikiden iyi anlayan imamların yetiştirilmesi gerektiğini söylediler. Arabeks şarkı söyler gibi okuttular.

Pek çok din görevlisi ceza aldı, dayak yedi, görevden alındı, hatta hapse düştü. Daha sonraki yıllarda cezaları tam olarak belli olmuştur. “Devrim Kanunu” olarak bilinen Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine bir ek yapıldı. Buna göre Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif hapis veya 10 liradan 200 lirayakadar hafif para cezasıyla cezalandırılacaklardı. ”[12]

Karamürsel’in Ayazma köyünden Boşnak asıllı Bekir Duran, Çarşı Camii’nde Arapça ezan okuması sebebiyleAdliye’ye sevkedilmiş, ancak cezai ehliyeti bulunmadığı için serbest bırakılmış, Arapça ezan okumaya devam etmesi üzerine Bakırköy Akıl Hastanesine sevk edilmiştir. (1939)[13] Anlaşılan o ki deliler akıllı,akıllılar deli olmuş. Adalet falan kalmamış. İnanç özgürlüğü ise “kayıp aranıyor.”İşte böyle bir dönem. (Adaletin ve inanç özgürlüğün ruhuna el Fatiha!M. G)

Ezanın böyle okutulmasından dolayı Yazar Ali İlbey der ki: “Cumhuriyet, Allah-uekber’in‘Tanrı uludur’ diye okutulmasıdır. ”

Evet biz Çanakkale Savaşı’nda, ezanı “Tanrı Uludur” diye okunması için mi savaştık? Bunun için mi şehit verdik? Acaba Çanakkale’de şehit düşen askerlerimizden biri bu durumu görseydi ne derdi. Çanakkale geçilmemiş olsaydı hiç “ALLAHUEKBER” Tanrı Uludur diye okutulur muydu? Çanakkale geçilmemiş olsaydı Allahuekber diyenler cezalandırılır mıydı?Ya da şöyle söyleyelim: Bugün minarelerimizden 5 kez Allah-uekber(Allah en büyüktür) diye haykırılıyor. Ama ekonomik, sosyal, siyasi, eğitim ve hukuk hayatı Allah en büyük değilmiş gibi şekillendiriliyor. Ekonomi faizli ve sömürü düzenine itaat ediyor, eğitim, yoz ilişkili sürtüşmeli şekilde dizayn edilmiş, hukukta İslam’ın ilkeleri dikkate alınmıyor. Siyasi hayatta İslam(Allah) devlete karışamaz. Tüm bunlardan sonra günde 5 vakit minarelerden Allah-uekber,Allah-uekber,Allah-uekber,Allah-uekber…İşte böyle bir ezan ancak uyutan resmi ideoloji tarafından uyuşturucu olarak kullanılır. Derler ki: “Nasıl olsa ezanlarınız Arapça okunuyor, camiler açık ne yapacaksınız Kur’an’ı şeriatı?” derler. İşte tam burada ezanı uyuşturucu olarak kullanıyorlar. Nasıl olsa ezanı da anlamıyoruz. Ezanın bir gün uyuşturucu olarak kullanılacağı hiç aklıma gelmezdi. Şeytanın sağdan yaklaşması olsa gerek. Bunun en açık örneğini DP Döneminin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın açıklamalarında görüyoruz.

3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, 1950’de ezanın tekrar Arapça olarak okunmasına izin verildiği dönem için şunu diyor: “Bir barajın önünde biriken sular alt kanallardan tahliye edilmezse nasıl ki bendini yıkacaksa, İslami birikimin de bu küçük işlerle deşarj edilmemesi halinde Atatürk devrimlerini yerle bir edecektir” [14] Yani Bayar demek istemiştir ki, Arapça ezanın serbest bırakılmasıyla Müslüman halkın isyan etmesinin önüne geçildi ve halk yumuşatıldı. Çünkü halk artık isyan etmek üzereydi. Böylece halk isyanı önlenerek Atatürk Devrimleri korunmuş oldu. Velhasıl anlayacağınız Çanakkale geçilmiş. İnanın bizim okunan ezanlarımızdan küfür alemi rahatsız olmadığı gibi yine bizim Çanakkale geçilmez sloganlarımızdan da rahatsız olmuyorlar. Çünkü geçilmiş bir defa.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Bildiğiniz gibi yüzümüzü Batı’ya çevirdikten sonra yaşantımız şeklimiz tamamen onlara benzemeye başladı. Daha doğrusu Laik-seküler gömlek bu halka zorla giydirildi desek daha doğru olur. Eğitim ve kanunlarla bunu zorla oturttular. Daha sonra yetişen nesil haram ve helalleri dikkate almamaya başladı. Ahlaksızlıklar arttı. Günümüze kadar Türkiye’nin bir çok yerinde devlet eliyle “resmi genelevler” açıldı.

İnsan Hakları Derneği (Şefkat-Der) yayınladığı raporda ülkedeki fuhuş gerçeğini ortaya koydu. ‘Hayatı Çalınan Hayatsız Kadın’ konulu rapora göre, 55 ilde bulunan genelevlerde, “vesikalı (izin belgeli) 3 bin kadın”, genelev dışında ise “vesikalı 15 bin kadın” çalıştırılıyor. 100 bin kadının da kayıt dışı olarak çalıştırıldığının belirtildiği raporda bu rakamın 50 bininin çocuk olduğu dile getiriliyor… Gayri resmi genelevlerinde, randevu evlerinde, otellerde, çeşitli mekanlarda, sokaklarda kayıtdışı olarak çalıştırılan seks kölesi kadınlarının sayısınınsa 100 binden fazla olduğu raporda vurgulanıyor. Bu sayının 50 bininin 18 yaşından küçük çocuk olduğu dile getirilirken 60 yaşındaki kadınların bile çalıştırıldığı aktarılıyor. Düzenli olarak hayat kadınları ile beraber olan erkek sayısının “1 milyonu” geçtiği belirtilen raporda, Türkiye’deki bazı genelevlerin bedelinin 300 bin TL’den 3 milyon TL’ye kadar çıktığı kaydediliyor. Yerli ve yabancı binlerce kadının fuhuş tuzağına düşürüldüğünün açıklandığı raporda, Türkiye’deki seks köleliği ticaretinde dönen rantın 5 milyardoları bulduğu vurgulanıyor. [15]

Hatta ülkemizdeki vergi rekortmenlerinden bir tanesi bir çok genelevin sahibi olan“MatildManukyan’dır”(öldü) Ermeni kökenli Türk genelev patroniçesi. İşlettiği genelev sayısını 37’ye çıkarmıştı. Genelevlerden kazandığı paraları gayrimenkule dönüştürerek ailesinden kalan gayrimenkul sayısını artıran Manukyan 6 kez vergi rekortmeni olarak çeşitli ödüller almıştı. [16]

Çanakkale’de savaşan inançlı bir askerimizin bu topraklar üzerinde devlet eliyle 55 genelev açılacağı söylense inanır mıydı? Zaten İngilizlerin bunları yapmaması için Çanakkale’de destan yazmıştık. İşte tüm bu fuhşiyatın artması bilinçsizce ve dayatarak yüzünü Batı’ya dönmenin sonucuydu bunlar. Anlayacağınız yeni bir Çanakkale Savaşı daha yapmamız lazım. İstanbul’u yeniden bir daha fethetmemiz lazım. Bir Kurtuluş Savaşı daha vermemiz lazım, Batı’nın kokuşmuşluğundan kurtulmak için. Evet biz tekrardan mesaj veren o cümleyi kuralım: “Çanakkale geçilmemiş olsaydı bunlar olur muydu?”

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Ayrıca ülkemizde yıllarca devlet kurumlarına başörtülü kadınlar alınmamıştır. Kız öğrencilerin başörtüyle okumalarına izin verilmemiştir. Çünkü kadınlar devlet kurumlarına başörtülü girerlerse “laiklik” elden giderdi. Tabi bu zihniyete göre Çanakkale geçilmiş geçilmemiş önemli değildi. Yeterki laiklik elden gitmesindi. Şeriat kahrolsundu.

Ülkemizde Batı’ya yönelmenin sonucu ile ahlaksızlık artınca alkol tüketimi de arttı. Alkol tüketim oranı arttıkça arttı. Bu ise toplumda bir çok huzursuzluklara neden oldu. Alkol satan dükkanların, mağazaların sayısı arttı. şuan 150 binden fazla alkol satan dükkan mağaza var. Demekki tüketiliyor ki satılıyor. Alkol nedeniyle bir çok trafik kazası olmakta, yuvalar yıkılmakta, kadına şiddet uygulanmakta, boşanmalar olmaktadır. Alkol satımı ve tüketimi bu kadar artmışken “Çanakkale geçilmez” demek ne kadar komik.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ! ÇÜNKÜ…

Bildiğiniz gibi her yılın sonunda Hristiyanların Çılgınca eğlendikleri Bir Noel Bayramı vardır. Çokça alkol alırlar, eğlenirler, israf ederler, zina yaparlar…İlginçtir. 1925 yılında çıkarılan kanunla Hicri ve Rumi takvimler yerine Miladi takvim kabul edilerek 1 Ocak 1926’dan itibaren de kullanılmaya başlanmıştır. Takvimimizin Hristiyan takvimi olmasıyla beraber Kültürümüz de onlara benzemeye başladı. Bunun sonucu bilinçsizce bir taklitçilik oluştu. Noel Bayramı denen “günah işleme bayramına” insanlarımız da bulaştı. İçkiler içildi, tecavüz ve taciz olayları yaşandı, vur patlasın çal oynasın etkinlikleri düzenlendi, yığınlarca para israf edildi. Milli Piyango, loto, toto dediğimiz kumar oyunu “devlet eliyle” oynatıldı ve teşvik edildi. Şarkıcılara yığınlarca para verilerek konser düzenletip günahın ve haramın boyutunu artırdılar. Yeni yıla girmemize saatler kala şarkıcılar konser verdiler, milleti çılgınlar gibi eğlendirip, günaha bulaştırıp üstüne binlerce TL aldılar. Bakın bu “harama teşvik organizasyonundan” ne kadar para alacaklar:

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de sahne alacak Tarkan’ın yılbaşı gecesi için alacağı ücret ise 1 milyon dolar.Sezen Aksu, 400 Bin Lira alacak. Mustafa Sandal 250 bin TL istiyor. Bülent Ersoy bir ge­ce için 300 bin li­ra alacak. Pop müzik sanatçısı Gülşen 130 bin TL alacak. De­met Aka­lın, yıl­ba­şı ge­ce­si İs­tan­bu­l’­da ve­re­ce­ği kon­ser­den 200 bin li­ra ala­cak. Popçu Hadise 150 bin TL alacak. Sibel Can yılbaşı gecesinde verdiği konserle 300 bin lira kazanacak. İbrahim Tatlıses, yılbaşı gecesi 250 bin lira kazanacak. [17]

Evet birkaç saatte bu kadar para alıp, üstüne günah işleme rekorunun kırılması için teşvik etmiş oldular. İçkiler su gibi tüketildi. Onlar çalıp söylerken bir çok kanal onları gösterdi. Bu yıllardır böyle devam etmekte. Ülkemizde sanat adına pop, rock, rap, arabesk v. b şeylerle gençliğin beyni uyuşturulmakta. Uyutulmakta. Zaten bir hastayı uyuşturucu ve narkozla uyuttuktan sonra artık o hasta üzerinde her türlü ameliyatı yapabilirsiniz. Anlayacağınız:Uyut, böl, parçala, yut projesi.

Tüm bunlar oluşmuşken, toplum ve devlet harama açıkça teşvik ederken “Çanakkale Geçilmez. Geçilmedi de” masallarını okumak ne kadar gülünç değil mi?Çanakkale geçilmemiş olsaydı Şeytan ve Şeytani sistemlere açıkça hizmet eden böyle çılgınlıklar olur muydu?Kardeşim Çanakkale geçilmiş de bizim haberimiz yok.

ÇANAKKALE GEÇİLDİ. ÇÜNKÜ…

Çanakkale geçilmemiş olsaydı şuan Çanakkale ilimizde alkol satan onlarca “birahane” olmazdı. Edep ve iffetini kaybedip açık saçık hatta çırılçıplak dolaşan kadınlar kızlar olmazdı. Çanakkale geçilmemiş olsaydı, Çanakkale’de devletin eliyle zinaya teşvik eden resmi bir “genel ev”açılmazdı. Çanakkale geçilmemiş olsaydı şuan Çanakkale’de onlarca “faizli banka” bulunmazdı.

Çanakkale Savaşı’nı yeniden bir kez daha yapmamız lazım. İstanbul’u bir kez daha fethetmemiz lazım. Yeniden bir Kurtuluş Savaşı daha vermemiz lazım. NE İÇİN Mİ?

Zilletten kurtulup izzeti elde etmek için.

Selam ve dua ile…





[1] Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı Efendi 2, Soner Yalçın, s. 144-145

[2] Abdurrahman Dilipak – Yeni Akit 2008-04- 23Bugün 23 Nisan!

[3] Yavuz Bahadıroğlu Tarihimizin Gizli Odaları 91, 92 Ayrıca bu konuda bkz. Genç birikim dergisi ocak 2013 sayı 164 1. Meclis’in Feshinden 2. Meclis’in Faaliyetlerine, Mustafa Güldağı

[4] Osmanlının Gizli Tarihi, İsmail Çollak, s. 184-187

[5] Osmanlının Gizli Tarihi, İsmail Çollak, s. 184-187

[6] Osmanlının Gizli Tarihi, İsmail Çollak, s. 184-187

[7] Osmanlının Gizli Tarihi, İsmail Çollak, s. 184-187

[8] Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, s. 81 Cumhuriyet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri, Hasan Hüseyin Ceylan, cilt 2, s. 51-52 Genç Birikim Dergisi Ocak 2013 Sayı 164 1. Meclis’in Feshinden 2. Meclis’in Faaliyetlerine, Mustafa Güldağı

[9] Bkz. Cumhuriyet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri, Hasan Hüseyin Ceylan, cilt 2, s. 51-52

[10] Satılık İmparatorluk, Mustafa Armağan, s. 189-194, Timaş Yay.

[11] Hekimoğlu İsmail, Bir Millet Uyanıyor, s. 153-154-155. Yeni Rehber Ansiklopedisi, cilt 11, s. 357, Türkiye gazetesi. Cumhuriyetin Tarihi, Ahmet Cemil Ertunç, s. 163-164, Pınar yay. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, cilt 13, s. 6638, Milliyet

[12] Türkçe Ezan ve Menderes, Mustafa Armağan, s. 9, Timaş Yay.

[13] Türkçe Ezan ve Menderes, Mustafa Armağan, s. 43, Timaş Yay.

[14] Ben de Yazdım, Celal Bayar, 8 cilt

[15] Yeni Akit 05 Ekim 2013 Cumartesi

[16]http://tr. wikipedia. org/wiki/Matild_Manukyan

[17](http://www. spothaber. com/magazin/yilbasinda-hangi-unlu-nerede-sahne-alacak-fiyatlari-ne-kadar–121970. html)

http://www.gencbirikim.net/canakkale-gecildi-cunku/




Mustafa Güldağı - 17 Mart 2015

12 Mart 2015 Perşembe

Bosna Soykırımı



Merhaba Efendim,
Ben Aliya.
Aliya izzetbegoviç.
Bosna-Hersek'in cumhurbaşkanıyım.
Sizi Devlet-i Aliyye'nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna Sarayı'ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna'dan selamlıyorum.
Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa'dan, Avrupa'nın ve Batı'nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum.
Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye'nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar'da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927'ye kadar Bosanski Samac şehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire'den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna'ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna'da geçti. Bu dönemde Yugoslavya'da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan, 19.yüzyılda Devlet-i Aliyye'ye isyan eden Sırp Kara Corceviç'in kurduğu hanedandı.


Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamina fakir bir halk olarak girdi.
Bosna'da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırpların gözünde 1389 Kosova Savaşı'nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür. Hatırlarsınız, 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna'da bir Sırp milliyetçisi olan Gavrilo Princip'in ateşlediği kurşun, Birinci Dünya Savaşı'nı başlatmıştı. Bu savaşın en önemli amacı ise Devlet-i Aliyye'yi çökertmek ve sömürgecilere karşı direnen son kaleyi tarumar etmekti. Bunu başardılar da.)
Boşnaklara sorarsınız, tarihi hafızamızda üç tarihin çok önemli olduğunu söylerler. Birisi bu 1918. ikincisi Devlet-i Aliyye'nin Bosna topraklarından çekilmeye başladığı, Avusturya-Macaristan'ın yavaş yavaş hüküm sürdüğü 1878. Son olarak da artık Türk hâkimiyetinin tamamen son bulduğu ve Sultan Abdülhamid'in resimlerinin duvarlardan indirilip Avusturya-Macaristan imparatorunun resimlerinin asıldığı 1908. Babam o günleri gözü dolarak anlatırdı hep. Çünkü 1908'den sonra biz Boşnaklar çok büyük sıkıntılar yaşadık.
İkinci Dünya Savaşı'ndan önce Sırplar ve Hırvatlar, ülkemizi ikiye ayırmaya karar verdiler. Hangi şehirde kimin daha fazla nüfusu varsa, o şehir o devletin olacaktı. Sırp ise Sırbistan'ın, Hırvat ise Hırvatistan'ın... Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkler hiç hesaba katılmadan sayım yapılacak-tı. Tuhaf olan ise Bosna'da en fazla nüfusa sahip milletin Türkler olmasıydı. Ikinci ayrışmayı Soğuk Savaş'ın sona er-mesi ve Yugoslavya'nın dağılmasıyla yaşadık. Bu yüzyılın bizce en hazin, en zalim, en yoksul vakitleri, 1992 ile 1995 arasına âdeta sıkıştırılmış o felaket günlerdi. Hele insan onurunun tamamen ortadan kalktığı, vicdanın yok olduğu, insanlığın, evet insanlığın kaybolduğu Temmuz 1995...


Efendim,
Boşnak kime deniliyor? Sırplara ve onları himaye eden Avrupalılara sorarsanız, Avrupa'ya İslam'i yaymaya çalışan Türklere deniyor. Peki, Türklere sorsanız nasıl bir cevap alacaksınız? Çoğu, Boşnaklara Müslüman olmuş Slav bir ırk diye tanımlıyor. Benim için ırk zaten önemli değil. Hele 1992-1995 arasında yaşadıklarımızdan sonra Boşnak isminin anlamı çok değişti. Ben size Boşnak'ı "Kültürünü, dinini, kimliğini sömürmeye çalışan güçlere karşı canı pahasına direnen millet" diye tanımlasam ne dersiniz, bilmiyorum. Benim gözümde, Türkiye'den bize destek olmak için gelen savaşçı la da Boşnak'tır. Bosna ismini duyduğu an, kalbinin bir köşesinde küçük bir sızı hisseden başka milletlerin insanları da...
Dedelerimizin seksen yıl önce Çanakkale'de ve Yemen'de korumaya çalıştıkları şey neyse bizim Saraybosna'da ayakta tutmaya çalıştığımız şey oydu. Dünyayı sömürgeleştirmek isteyen, bunun için bazen dini, bazen dili bazen ırkı, bazen mezhebi kullanan işgalcilere karşı  insanlığı, kardeşliği bir arada yaşama idealini korumak için direndik. Bu idealin adı Bosna'ydı. Boğazı sıkıldı, kurşuna dizildi, aç bırakıldı, tecavüz edildi, yalnızlaştırıldı ve ölüme terk edildi.


o günü hiç unutmuyorum:
Yugoslavya'nın artık dağılacağı belli olmuştu. Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan ettiler, Avrupalı devletler onları hemen tanıdıklarını açıkladılar. Biz, Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların birlikte barışla yaşayacakları bir devleti savunuyorduk. Ama Sırplar bizim gibi düşünmüyorlardı. Yugoslavya'nın hiç parçalanmadan, tamamıyla Sırp hâkimiyeti altında Büyük Sırbistan adıyla devam etmesini planladılar. Kimliğimizi yok edeceklerdi, bizi insan olarak bile görmeyeceklerdi. Yugoslavya ordusunun bütün silahlarına, Yugoslavya istihbaratının bütün araçlarına el koydular. Bosna-Hersek olarak bağımsizlığımızı ilan etmeye kalktığımızda Avrupa bizden referandum istedi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda % 64,4 bağımsızlık yönünde oy kullanıldı. Biz haklıydık ama o gün Sırp askerleri topraklarımızı, devletimizi işgal etmeye başladı.
Silahımız yoktu. Tankımız, roketatarlarımız, uçaklarımız, bombalama da... Hepsine onlar el koymuştu. Birleşmiş Milletler'e başvurduk. Avrupa'dan ve Amerika'dan adaleti, hakkı, hukuku, yıllardır savundukları demokrasiyi, hürriyet hakkını, kendi koydukları ve var olduğunu savundukları ilkelere sahip çıkmalarını talep ettik. Yardım dilenmedik, para ve silah da... Sadece ama sadece silahsız ve korunmasa halkı koruyacak bazı tedbirler talep ettik. Çünkü Birleşmiş Milletler bunun için kurulmuştu; barışı, demokrasiyi korumak, soykırımlara engel olmak. Toplandılar, bir karar açıkladılar. "Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz." dediler. Silah satışına ambargo koydular.

Bu ne demekti? Bütün Sırplar silahlıydı ama artık ambargo sebebiyle, direnmeye başlayan Boşnaklara silah satışı yasaklanmıştı. Avrupa ve Amerika, Müslümanları, Türkleri yani sizin deyişinizle biz Boşnaklara elimiz kolumuz bağlı hâlde düşmanımızın önüne sürdü.
1200 gün boyunca gece ve gündüz cehennemi yaşadık.
1200 gün boyunca Avrupa'dan, Amerika'dan sesimizi duymalarını bekledik.
Her gün bizi kandırdılar, her gün bizi aldattılar.
Çare bulmak ümidiyle gittiğimiz her toplantının aslında düşmanımıza daha fazla zemin hazırlama çalışması olduğunu fark edince Avrupa'nın ne demek olduğunu anlamıştım
Onlar için biz yoktuk. Avrupa'nın ortasında bir halk, sadece Müslüman olduğu için, hakkını-hukukunu demokrasiyle aradığı için katillerin önüne elleri bağlı halde terk edildi. Ben hatkımı bir savaşın yaklaştığına dair ikaz ettim ama itiraf etmeliyim ki bir savaşın içinde olduğumuzu söylerken bile 20. yüzyılda bir millete soykırım uygulanacağını, hele bunun Avrupa'nın gözünün önünde ve hemen yanında, onların göz yummasıyla yaşanacağını hiç ama hiç düşünmemiştim. (Soykırım elbette soykırımdır. Mesela neredeyse aynı tarihlerde Afrika'da yaşanan ve bir milyon kişinin ölümüyle sonuçlanan Ruanda Soykırımı için Fransa Devlet Başkanı François Mitterand'ın "Oralarda yaşanan şeylerin ciddiye alınmasını gerekli görmüyorum." dediğini duymuştum. Orası Afrika'ydr Yıllarca Fransızlar ve Ingilizlerin sömürdükleri topraklar. Ben de Fransızların, Ingilizlerin oralara bu kadar umursamaz baktıklarını biliyordum. Biz Avrupa'da olduğumuz için en azından bir sorumluluk hissedeceklerini düşündüm. Yanılmışım.)

Peki, neler oldu Bosna'da?
Bosna, dört bir tarafından Sırp askerleri tarafından kuşatıldı. Boşnaklar, tarihte eşine az rastlanır bir direniş sergilediler. Kendi tüfeğimizi yapmaya çalıştık, kendi silahlarımızı üretmeye uğraştık. Şofbenden bombalar, soba borularından roketatarlar yaptık. Ama hiç tankımız olmadı mesela. Savaşı yaşamayan kişiye onu anlatmak çok zordur. Anlayamazsınız. Dört tarafı dağlarla çevrili bir şehre, her taraftan ateş edildiğini düşünün. Hareket eden her şeyi vurma emri veren bir zihniyet düşünün. Çocuk, kadın, bebek, yaşlı ayırmayan bir yöntem düşünün. Ağır silahlardan 700 bin merminin yağdığı bir şehrin ne hale gelebileceğini hayal etmeye çalışın. Milyonlarca boş kovan... Elinizdeki insani malzemenin tükendiğini... Şehirde gıda bitti, temiz su şebekeleri yok edildi. Elektriğimiz ve gazımız yoktu. Odun ve kömürümüz de... Şehre giriş ve çıkış da yapılamıyordu. Bir kuşatmaydı bu. Çocuklarımız, bebeklerimiz, yaşlıları açlıktan, bakımsızlıktan öldüler. Birleşmiş Milletler, yardım gönderiyoruz diye bize otuz yıl öncesine ait konserveleri, pirinç paketlerini gönderdiler. Bu konserveleri sokağa koyduğumuzda, kapağını henüz açmadan köpekler bile onların kokusunu alıp hemen kaçıyorlardı.
Savaşı yöneten bir lider olarak aldığım en acı haberler, kadınlarımıza ve kızlarımıza yönelik tecavüzlerdi. Maalesef Bosna'nın her tarafından, Mostar'dan, Srebrenitsa'dan bu tür haberler alıyorduk. Bu, Sırp askerlere verilmiş kati bir emirdi. Sırp entelektüellerin teorisini yazdığı etnik temizliğin bir parçası olarak Sırp yöneticiler tarafından kurgulanmış iğrenç bir plandı. Bir gün Brçko'da üç bin kardeşimizin boğazlanıp nehre atıldığını öğrendik, başka bir gün toplu soykırım Kosaraz'da devam etti, peşinden Prijedor'da... Ve sonra bütün Bosna'da...
Biz Sırplara düşman değildik. Onların yöneticilerinin bize ve ortak yaşama idealine karşı çıkmalarına direniyorduk. Yani Sırp devletinin takip ettiği işgal politikasına... Ama düşmanımız yani Sırplar, doğrudan bizim milletimize düşmandı. Savaşta bile olsak, inançlı birer Müslüman olarak Kitab ne emrediyorsa ona göre davranmak zorundaydık. Öyle de davrandık. Bunu, insanlık ve İslamlık onuruyla ve gururla söyleyebilirim. Sırplar, şehitlerimizi gömdüğümüz mezarlarımıza bile tahammül edemediler, hepsini tarumar ettiler. Sadece mezarlarımızı değil, tarih? eserlerimizi de... Yüzyılların kıymeti Mostar'daki köprümüz, Saraybosna'daki NAHIT Kütüphanemiz ki bu kütüphane Avrupa mimari tarzına göre inşa edilmişti. Yıktılar, yaktılar. Yıkılan 1300 camimizi saymaya gerek var mı bilmiyorum.
200 bin insanımızın öldüğünü, binlerce kadınımıza ve çocuğumuza tecavüz edildiğini, insanlarımızın açlıktan kırıldığını ve yüz binlerce vatandaşımızın yurtlarından kaçmak zorunda kaldığını gördükleri halde Fransa, İngiltere, Rusya gibi büyük devletler ne yaptı dersiniz? Onlardan sadece Saraybosna'ya uygulanan ambargoyu kaldırmalarını istediğimiz zaman, Güvenlik Konseyi toplandı ve talebimiz işte bu modern ve demokrat devletler (!) tarafından reddedildi. Ben hem onların, hem Sırpların bana karşı işlediği suçları affedebilirim, askerlerime karşı işledikleri suçları da... Ama söyleyin, hangi sabır, hangi vicdan, hangi inanç onların kadınlarımıza ve kızlarımıza yaptıklarını affettirebilir? Asla affetmeyeceğim.
Bütün bu anlattıklarımdan sonra Batı'nın ve Avrupa'nın Bosna'da yaşanan soykırıma müdahale etmediğini söylemiyorum. yanlış anlaşılmasın. Onlar, bu soykırıma doğrudan ve 'ok etkili bir şekilde müdahale ettiler: Sırplara yapabilecekleri her türlü yardımı perde arkasında yaptılar, Boşnakları elleri kolları bağlı bıraktılar ve sonunda zeminini hazırladıkları Müslüman kıyımını oturdukları yerden seyrettiler.
Saraybosna'yı, Mostar'ı gezerken göreceksiniz ki bizim şehirlerimizde park yoktur. Bütün parklarımız şehitlerimizin istirahatgâhı. Boşnakların en mahir olduğu işlerden biri de mezar taşıdır. Bu sözün ne anlama geldiğini şehirlerimizin dört bir köşesinde karşınıza çıkacak şehitliklerimizde göreceksiniz. Dünya Bosna'yı o mucizeyi ve onurlu direnişiyle hatırlasın istesem de bizim yüreğimizde sakladığımız ama yine de yüzümüze yansıyan şey "acı"dır. Lütfen bu söz sebebiyle bize acımanız gerektiğini düşünmeyin hatta sakın bize acımayın. Çünkü bahsettiğim bu acı ancak bir Boşnak'ın anlayabileceği ve hakkıyla yaşayabileceği bir histir. Biz acınacak bir millet değiliz aksine bastığımız her adımda gururla yürüyoruz.
Size Bosna hakkında anlatmak istediğim son şey çoğunuzun üstünkörü bildiği, bazı detaylarına vakıf olmadığı Srebrenitsa Olayı hakkında... Bir insanın hayatında karşılaşabileceği en aşağılayıcı, en zalim, en adi günlerin yaşandığı katliam... inanın, o gün Srebrenitsa'da bulunan binlerce Boşnak kardeşimize Allah'ın Kitab'da bize anlattığı cehennemi tarif etseniz, onlar o cehenneme sığınmak için ne yapmaları gerekiyorsa mutlaka yaparlardı. Ama buna bile fırsatları olmadı.
Srebrenitsa, Sırbistan sınırına yakın olan bir şehrimizdi. Birleşmiş Milletler savaş devam ederken burayı Güvenli Bölge ilan etti ve Hollandalı bir asker? birliği şehrin beş kilometre yakınına, Potocari'deki kampa yerleştirdi. Şimdi dinleyeceklerinizi lütfen yüzlerce yıl önce yaşanıp bitmiş bir hadise olarak dinlemeyin. Henüz yirmi yıl önce yaşanmış ve etkileri hâlâ devam eden çok taze bir dramdır bu.
Güvenli Bölge ilan edilen bir yerde "Avrupa'nın ilkeleri" gereği insanlar silahsızlandırılır. Boşnak kardeşlerimiz de Avrupa'ya güvenerek ve artık NATO, BM gibi kurumların ko-ruması altına girdiklerini düşünerek silahlarını teslim ettiler. Fakat 1995'in Temmuz'unda Sırplar, Radko Mladiç komutasında Srebrenitsa'yı abluka altına aldılar. Dağlardan sivil insanlara tanklarla, toplarla saldırmaya başladılar. Çevre kasaba ve köylerdeki vatandaşlarımız, büyük bir korkuyla güvenli yer bildikleri Srebrenitsa'ya sığındı. Şehrin nüfusu bir anda katbekat arttı. Artık bırakın evleri, sokaklarda bile yatacak yer, yiyecek gıda kalmamıştı. Mladiç, bir insanın asla yapamayacağı bir planla silahsız ve korunmasız bu insanların üzerine ateş kustu. Binlerce Boşnak, canını kurtarmak üzere Potocari'deki BM kampına sığındı. Şehir boşaltılmış, yirmi bine yakın masum sivil halk, kampın etrafına kaçmıştı. Gücü yetenler ise ormanlara dalıp Tuzla tarafına doğru koşmaya ve kurtulmaya çalıştı.
Mladiç, askerleriyle birlikte Srebrenitsa'ya girdiğinde yakılmış evler, yıkılmış camiler ve okullarla karşılaştı. Sokaklarda tek bir insan bile yoktu. Büyük bir keyifle gezindiği caddelerde "Nihayet Türklerden intikamımızı alıyoruz, artık onları Avrupa'dan tamamen koymanın zamanı geldi." diye konuşuyor, askerlerini tebrik ediyordu.
Bugün Almanya'ya gitseniz, sokaklarda karşılaştığınız herhangi bir Alman vatandaşının yüzüne baksanız, Yahudi soykırımı sırasında yaşanan insanlık dışı olayları bu insanların yaptığına inanır mısınız? Ben inanamıyorum. Tıpkı sokakta karşılaştığım bir Sırp'ın o gün Srebrenitsa'da yaşananlar' yapacağına inanamadığım gibi. Fakat yaptılar. Maalesef yaptılar.
Miadiç, askerleriyle Potocari'deki kampa geldi. Kampa sığınan bütün sivillerin kendisine teslim edilmesini istedi. O gün, orada bulunmalarının tek sebebi, silahsız ve korunmasız hâlde kendilerine yalvaran halkı korumak olan birliğin komutanı, hiçbir direnç göstermeden bu isteği kabul etti. Şimdi gözlerinizi kapatın ve erkek, kadın, çocuk, yaşlı yirmi bin kişinin aynı anda "Bizi teslim etmeyin, öldürecekler." diye yalvardığını düşünün. Nasıl hüzünlü ve uğultulu bir ses, değil mi? Mahşer yeri denilen bu olsa gerek. Bu sesi umursamamak için ne kadar zalim olmanız gerekir, bir fikriniz var mı? Sizin yoksa da tarihin bir fikri var: BM Bosna Barış Gücü Komutanı, Fransız General Bernard Janvier veya Hollanda Askeri Birliği Komutanı General Tom Karremans olmanız yeterli!
Bombardıman altındaki Güvenli Bölge'yi korumak için bir tek adım bile atmayan bu beyler, yirmi bin masum sivili o gün Radko Mladiç'e teslim ettiler. NATO'ya bağlı uçakların, karargâhtan havalandığını ama Italya üzerindeyken yeni bir emirle geri döndüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Peki, o gün orada neler oldu?
Size söylemiştim, bize yapılan her şeyi affedebiliriz ama kadınlarımıza ve çocuklarımıza yapılanlar' asla affetmeyeceğiz.
Dokuz yaşında henüz ergenliğe girmemiş bir erkek çocuğunu düşünün. Yanında annesi var. Sırp askerler, çocuğun kafasına silah dayıyorlar ve ondan çırılçıplak soydukları kadına yani annesine tecavüz etmesini istiyorlar. Sonunda askerlerin istediğini yapamayınca kafasına yediği tek kur-şunla ölüyor. Bu sırada Hollandalı Barış Gücü askerleri kulaklarına takılı kulaklıkla müzik dinliyorlar.
Bir kadın, kucağında beş yaşında kız çocuğu. İki asker, kızı annesinin kucağından indirmeden kadının ellerini ve bacaklarını iki yana açıp üçüncü bir askerin tecavüzüne yardım ediyor. Bu sırada Birleşmiş Milletler komutanı, askerlerin önderi Mladiç'le aynı masada bira içiyor.
Bir bebek. Kampın etrafındaki binlerce insan gibi ağlıyor. Sesi, askerleri rahatsız etmiş. Annesine "Kes şunun sesini!" diye bağırıyorlar. Kadın bebeğin' sarıp sarmalıyor, susturmaya çalışıyor ama başaramıyor. Asker "Sen susturamazsan ben sustururum." deyip elindeki çakıyla bebeğin dilini kesip yere atıyor.


Türk'ün evladı...
Unutma.
Ben Aliya,
Boşnakların içinde herhangi biriyim. O gün bütün Avrupa bizi yapayalnız bıraktı. Üç gün içinde sekiz bin vatandaşımızı katlettiler ve toplu mezarlara gömdüler. Binlerce kadınımıza tecavüz ettiler. Binlerce çocuğumuzu yetim bıraktılar. Henüz mezarların' bulamadığımız kaç kardeşimiz daha var, bilmiyoruz. önce, hepsini sıraya dizip tek tek öldürmeye başlamışlar. Elinize kazma kürek verildiğini, bir çukur kazdırıldığını, sonra kafanıza bir kurşun sıkıldığını düşünün. Biraz zaman geçince işin çok uzun süreceğini anlıyorlar. Bu kez yirmili, otuzlu, kırklı gruplar hâlinde daha büyük çukurlar kazdırıyorlar. Vatandaşlarımızı bu kuyuların içine atıp üstlerine kurşun yağdırıyorlar. Bu kez de çok fazla mermi harcandığını anlayıp başka bir yola başvuruyorlar. Çukurlara doldurulan kardeşlerimizin üstüne bomba atıp onları paramparça ediyorlar. Onların mezarını biz bulmadık. Kelebekler buldu. Mavi kelebekler. Sadece toplu mezarların olduğu yerde biten bir çeşit bitkiyle beslendikleri için bazı bölgelere kümelendiklerini anladık. Nerede mavi kelebek gördüysek orayı kazdık. Binlerce şehidimizi çıkarıp Potocari'deki şehitliğe defnettik.
Biz "Bosna'da kendi devletimiz olsun." demedik, onlar dediler. Biz "Bosna'da sadece bizim dinimiz olsun." demedik, onlar dediler. Biz "Bosna'da sadece bizim kimliğimiz olsun." demedik, onlar dediler. Bizim Bosna'da savunduğumuz şey, Batı'nın tüm dünyaya göğsünü gererek anlattığı Helsinki Nihai Senedi'ydi, Paris Şartı'ydı, demokrasi ve hürriyet ilkeleriydi. İki yüz bin canımızı kaybettiğimizde, binlerce kadınımız karınlarında kocalarını öldüren askerlerin be-bekleriyle terk edildiğinde, yirmi dokuz günlük bebeklerimiz öldürülüp toprağa düştüğünde Avrupa'nın anlattığı şeylerin koca bir yalan olduğunu anladık. Amerikan Başkanı George Bush'a toplama kamplarını, tecavüzleri, ambargoyu delilleriyle gösterdiğimde verdiği tepki dünyanın nasıl yönetildiğini öğretti bana. Petrol için Irak'a bir gecede savaş açan ama buna demokrasi kılıfı uyduran, yıllarca Afganistan'da, Pakistan'da, Afrika'da, Filistin'de, Hindistan'da askeri operasyon yapan Amerikan başkanı, anlattıklarım' dinledikten sonra tek bir cümle söyledi bana: "Bosna bizim meselemiz olamaz, o, Avrupa'nın bir iç meselesi."
Ben Aliya,
Aliya izzetbegoviç.
Unutma, Türk'ün evladı!


Sömürgeciler, bütün ilkeleri kendi menfaatleri için koyuyorlar ve kendi çıkarlarını korumak için denklem kuruyorlar. Onların demokrasi dedikleri, hürriyet dedikleri, aidiyet dedikleri, barış ve hoşgörü dedikleri ilkeler, Saraybosna'da, Srebrenitsa'da, Mostar'da toprağın altına gömüldü. Hem de çok acı hatıralarla... Biz, kendi çocuklarımız en azından tebessüm edebilsinler diye yaşadıklarımızı yeni nesillere anlatmıyoruz, anlatmayacağız.
Ama sen bizim yaşadıklarımızi sakın unutma!
Onlar askerleriyle, basın ve medyasıyla, kurumlarıyla çok güçlüler. Onların güçlerinden değil, ikiyüzlü olmalarından kork.
Biz, senin kardeşin olduğumuz için öldürüldük, boğazlandık, tecavüze uğradık.
Senin hafızana sahip olduğumuz için toplu mezarlara gömüldük, yok edildik.


Türk'ün Evladı,
Bizim korumaya çalıştığımız sancak, Yemen'de, Çanakkale'de, Filistin'de, Kırım'da, Açe'de, Türkistan'da korunmak istenen sancaktı. O, ne bir dinin, ne bir ırkın, ne bir dilin, ne bir mezhebin sancağıydı. insanlığın, tek başına insan olmanın temsiliydi.
Sömürgecilerin karşısında sakın yere düşme. Biz, Çanakkale'den sonra direnişi devam ettiren nesiliz. Sen, direnişin değil, dirilişin nesli olacaksın. Korumak için değil, düzen kurmak için çalışacaksın. Sen varsan biz olacağız. Sen ayaktaysan biz yaşayacağız.
Ama unutma!
Sömürgeciler, seni tamamen Asya'ya sürmek için planlarını adım adım işletecekler. Bir gün sıra sana da gelecek. Seni yok etmek için bin yıldır hazırlananlar, bir gün bile durmadan çalışıyorlar.
Sen Türk'sün. Bir ırk, bir din, bir mezhep değilsin, olamazsın.
Batı, Haçlı Seferlerini düzenlerken Araplara Arap demiyordu, Türk diyordu. Çanakkale'de Kürtleri boğazlarken onlara Kürt demiyordu, Türk diyordu. Ne zaman ki onların çıkarı için yeni devletlere ihtiyaç duydu, Arap'a Arap demeye başladı. Seni ondan, onu senden ayırdı. Bugün de Kürt'ü senden, seni Kürt'ten ayırmak için gece ve gündüz çalışıyor. Türk'ün Evladı,
Biz Boşnak'ız ama Türk'üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı taşıdığın kadar Boşnak'sın. Utanacak tarihimiz, saklayacak hafızamız yok. Sırp'a karşı sorumlu olduğumuz için değil, yasayla zorunlu kılındığı için değil, kimimiz dinimiz, kimimiz milletimiz, kimimiz Kitabımız, kimimiz ahlakımız sebebiyle vicdan sahibi olduk. Birileri öyle istediği için değil, vicdan bunu tarif ettiği için hiçbir milletin diline, dinine, mezhebine karışmadık. Mezarlarıni çiğnemedik, ibadethanelerini yıkmadık, kadınlarına tecavüz etmedik, bebeklerini boğazIamadık.
Sen var olmak zorundasın.
Bu yüzden bir ve beraber olmak zorundasın.
Sömürgecilerin tezgâhlyla saflara ayrışmamalısın.
Türk'ün Evladı,
Bizi,
onların bize yaptıklarını,
ve sorumluluğunu
sakın unutma
Selman Kayabaşı Karar Odası kitabından alıntı yapılmıştır (209-223)