27 Aralık 2014 Cumartesi

Yeni bir Fatih beklemeyin çocuklarınızı Fatih gibi yetiştirin!





Sultan İkinci Murad Han Hacı Bayram Veli’den İstanbul’un fethi ne zaman olur diye nasihat ister. Hacı Bayram Velî derin bir tefekküre dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra: "Sultanım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak. İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun hocası, bizim Köse Ak Şemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. Bu müjdeden sonra Sultan Murad, Şehzede Mehmed’in en iyi eğitimi alması için ülkedeki en iyi hocaları görevlendirir.

Saray geleneğine göre şehzadeler (padişahın oğulları) ve sultanlar (padişahın kızları) dört yaş, dört ay, dört günlükken eğitime başlardı. Şehzade de 4 yaşında okuma, yazma gibi eğitimlerine başlar.

Şehzade Mehmed henüz altı yaşındayken Amasya valisi olur. Şehdaze’ye hocaları ve devlet görevlileri yol göstererek onun devlet yönetimini öğrenmesini sağlarlar.

Şehzade Mehmed henüz yedi yaşlarında iken hocası Ak Şemseddin kulağına eğildi ve başarının en önemli kuralını fısıldadı: “Hedefini tespit etmelisin.” Önce hedef belirlendi: “ İstanbul mutlaka fethedilecektir.” Ak Şemseddin hedef tespitinden sonrasını da söyledi: “Dağ ne kadar yüksek olursa olsun, yol onun üzerinden geçer. Sen dağ olmaya heveslenme, asla gururlanma; yol ol ki, herkes senin üzerinden geçerken, sen dağların bile üzerinden geçesin.” Şehzade “Hocam, ya şartlar elverişli olmazsa?” diye sordu. Ak Şemseddin hiç duraksamadan cevap verdi: “Şartlara teslim olmazsan şartlar değişir, sana teslim olurlar. Çok çalışır, çok dua eder ve çok istersen Allah’ın rahmeti tecelli eder, rahmet tecelli ettiğinde nice olmazlar olur.”

10 yaşında Manisa valisi olur. Manisa’da artık büyük bir adam gibi devlet işlerinden anlamaktadır henüz tamamen karar vermesine izin verilmese de olayların nasıl çözüldüğünü anlamıştır genç şehzade

Şehzade Mehmed meslek olarak top dökümcülüğünü seçmiş ve İstanbulu Fethetme yolunda belki de ilk adımı atmıştı.

Şehzade, Molla Gürani’ye sordu: Nedir efendim, yapmam gereken şey?

- Alim, adil. dirayetli bir komutan olacaksın. Önceki kuşatmaların niçin başarısız olduklarını araştırıp gerekli tedbirleri alacaksın. Bunun için de Maddi ve manevi bütün ilimlere sahip olacaksın.

- Bunun için var gücümle çalışacağıma emin olabilirsiniz.

- Eminim evladım. eminim.

Şehzade 12 yaşında Arapça, Farsça ve İtalyancayı tamamen öğrenmiştir. Kılıç kullanmadan, at binmeye kadar bir adamın yapabileceği her şeyi öğrenmiştir. Bu arada Hafız olmuştur ve 19 yaşına kadar namazlarından bir vakit bile kaçırmamıştır. Yani artık ihtiyacı olan tek şey tecrübedir.

Şehzade 12 yaşında iken Edirne’ye çağrılır. Sultan Murad yanındakilere şu duyuruyu yapar: “Şehzademin her dileği benim dileğim; her emri , benim emrimdir. Sözünün üstüne söz konmaya!” Bundan birkaç ay sonra Sultan Murad tahtı Şehzade Mehmed’e bıraktığını duyurur. Sultan Murad çevresindekilere dinlemeye çekileceğini söylemiştir fakat asıl amacı İstanbul’u feth edecek kişinin devlet yönetmeyi öğrenmesini istemesidir ve bu olay Şehzade Mehmed’in özgüvenini arttırmıştır.

12 yaşında Padişah olan Sultan Mehmed bir çok düşmanı bir anda karşısında bulmuştur. İçeriden ve dışarıdan baskılar, ayaklanmalar hatta dış güçlerin işgal girişimleri karşısında ne yapacağını tam bilemez ve Babası Sultan Murad’ı tekrar görevine çağırır. 2. Murad ise Sultan Mehmed’e “Artık padişah sensin.” diyerek isteğini geri çevirir. Bunun üzerine Sultan Mehmed, babasına şu tarihi mesajı yollar: “Baba, eğer bu devletin padişahı siz iseniz gelin ve ordunun başına geçin. Eğer bu devletin padişahı ben isem size emrediyorum. Gelip derhal ordunun başına geçin.”

İçerdeki isyanları, dışarıdaki saldırıları önleyen 2. Murad tekrar tahta geçer ve 1451 yılında vefat edene kadar tahta kalır. Şehzade Mehmed ise tekrar Manisa valiliğine atanır ve burada çalışmalarına ve eğitimine devam eder.

Fatih’in son derece iyi eğitim almış, parlak bir zekaya sahip, bir şeyi yapma konusunda aşırı kararlı ve tutkuyla bağlı, düşüncesinden asla vazgeçmeyen, gerektiği zaman sert kararlar alabilen, kimseden çekinmeyen, büyük hayalleri olan ve bu hayallerini yerine getirme hususunda her türlü zorluğa hazır olan, nadiren gülen, projelerini yerine getirme konusunda oldukça inatçı, atılgan, cüretkar ve büyük bir devlet adamı ve lideri özelliği taşıyan bir kişiliğe sahip olduğu bilinmektedir. Bazen de, oldukça sakin, mülayim, yumuşak, iyi kalpli ve affedici idi. Yani iki duygu durumu arasında bir duygusal yapıya sahip idi.

Fatih, çok tedbirli ve temkinli davranırdı. Bir savaştan önce bütün detayları inceler, ona göre karar verirdi. Hatta düşmanlarını çok iyi aldatırdı. Birçok savaşta düşmanlarına başka yerlerle savaşacakmış gibi yapıp onları hazırlıksız yakalamıştır. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi.

Bu özelliklerini övmek için yazmadım dikkat edilmelidir ki bu özellikler bir Fatih’te olması gereken özelliklerdir. Fatih Sultan Mehmed’in övülecek bir çok özelliğini, başarısını bulabiliriz ancak unutulmaması gereken şey ise Fatih’in de bizim gibi bir insan olduğudur.

Eğer çocuğunuza değer verir ve ona güzel örnek olarak yetiştirirseniz. Ona hem İslam’ı hem de dünyayı iyi öğretirseniz. Allah’ın izni ile yeni Fatih’ler aramızdan çıkacak ve bu düzene dur diyeceklerdir. Allah bizlere yeni Fetih’ler nasib eder inşallah.

12 Kasım 2015 Ankara Mustafa Şenyurt

5 Aralık 2014 Cuma

Resulullah’ın Bahsettiği Giyinik Çıplaklar Kimlerdir?





Giyinmiş Çıplaklar Kimlerdir?


Ebu Hureyre anlatıyor: Allah’ın Resulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Ateş ehlinden /Cehennem halkından iki sınıf var ki henüz görmedim: Biri; yanlarında inek/sığır kuyruğuna benzeyen sopalar/joplar bulunan, onlarla insanları döven bir topluluk. Diğeri ise;


1- Giyindiği halde açık olan (teni gösteren ince elbise giyinen veya bedenlerinin bir tarafı tamamen açık olan),


2- Erkeklere olan meyillerini yansıtan/veya omuzlarını sallayarak, çalımlı (kötü kadınların yürüyüşüyle) yürüyen,


3- Başları bir tarafa meyleden develerin hörgücü gibi olan kadınlar. Bu kadınlar cennete giremez ve –kokusu şu kadar/çok uzak mesafeden alınabilen- cennetin kokusunu dahi koklayamazlar.” (Müslim, Libas, 125)


Bu hadis metninin açıklaması şöyledir: İmam Nevevi rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Bu hadis, nübüvvet mucizelerindendir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin aynen buyurduğu şekilde vaki olmuştur.


Hadisteki giyinik çıplaklara gelince onda birkaç yön vardır:
Birincisi: Allah’ın nimetinden giyinirler, şükründen çıplaktırlar.
İkincisi: Elbise olarak giyiniktirler, ancak hayır işlerinde ahirete önem verme ve ibadetlere özen gösterme gibi işlerde çıplaktırlar.
Üçüncüsü: Güzelliğini göstermek için bedeninin bir kısmını açarlar. Bunlar giyinik çıplaktır. Dördüncüsü: Vücudunun iç kısmını belli eden ince elbiseler giyerler. Bunlar giyinik çıplaktır.


Meyleden ve kendine meylettiren kadınlara gelince, onlar hakkında: ‘Allah’a itaat, namuslarını korumak vb. hususlardan yüz çevirenlerdir’ denilmiştir.


Meylettirenler: Yaptıklarını başkalarına öğretenlerdir. Yürürken kibirlenerek yürüyenlerdir. Omuzlarını sallayıp salınarak yürüyenlerdir, denilmiştir.


Meyledenler: Hayat kadınları gibi saçlarını tarayanlardır. Erkeklere meylederler, gösterdikleri süsleriyle de erkekleri kendilerine meylettirirler. ‘Başları deve hörgücü gibidir…’ cümlesinin manası: Başa örtülen eşarp vb. bez parçalarıyla başların büyük gösterilmesidir. Hatta deve hörgücüne benzetilmiştir. Hadisin tefsirinde en meşhur olan budur.


Bu hadis, asrımızda şahit olunan bir hareketi haber vermektedir. Zamanımızda kadınların saçlarını düzenleyen, güzelleştirerek değişik modellerde şekiller veren kuaför adlı salonlar kurulmuştur. Şer artıp büyümüş, birçok kadın Allah’ın kendilerine bağışladığı saçla yetinmeyip yapma saç satın alıyorlar. Allah yardımcımız olsun!


Bu konu ile alakalı bazı hadisi şerifler de şöyledir: “Ümmetimin son dönemlerinde giyimli fakat çıplak bir takım kadınlar olacak, bunların başlarının üstü deve hörgücü gibi bulunacaktır. Bunları lanetleyin, çünkü onlar lanetlenmişlerdir.”
Başka bir rivayette; “onlar cennete giremez ve cennetin kokusunu bile bulamazlar” ilavesi vardır. (Müslim, Libas, 125, Cennet, 52; Ahmed b. Hanbel, II, 223, 356, 440)


“Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hafif bir elbise giyip tamamen vücut hatlarını örtmeyen elbiseler giyen kadınlara ‘Onlar adı örtülü ama gerçekten çıplaktırlar’ buyurmuştur.” (Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlif, c. 3, s.103)


Bu Kimseler Cennete Girecekler mi? Bu iki sınıf insanın “cennete giremeyeceği” hükmünün açıklaması hususunda iki yorum yapılmıştır:


a. Hadiste geçen iki sınıf insan, yaptıklarında bir sakınca olmadığını söyleyip –bilerek- bu haram fiilleri helal sayarlarsa kâfir olup ebedi olarak cehennemde kalacaklardır. Çünkü haramı helal kılan dinden çıkar.


b.  Bunlar kâfir olmamakla beraber, Allah’ın yasakladığı büyük günahları ve zulümleri işledikleri için, ilk önce cennete giden kurtuluş ehli kimselerle birlikte cennete giremeyecekler, ancak bir miktar azap çektikten sonra –mümin oldukları için- yine cennete gireceklerdir. (bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi)


Tesettür Fıkhı: Tesettür Nasıl Olmalıdır? Tesettür bir ibadettir; nasıl ve ne kadar olacağı diğer ibadetler gibi Allah ve Resûlü belirler. Zevklere, zamana ve coğrafyaya göre üzerinde oynanmaz.


Tesettür ile alakalı bazı ayetler şu şekildedir:


“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Zinet yerlerini açmasınlar. Bunlardan kendiliğinden görünen kısmı müstesnadır. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar… Gizleyecekleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. Ey mü’minler! Hepiniz Allah‘a tövbe edin. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.” (en-Nur, 31. ayet meali)


“Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu onların tanınıp, kendilerine sarkıntılık edilmemesi için daha uygundur. Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir.” (el-Ahzab, 59. ayet meali)


Şu beş ölçü, tesettürün temel kurallarıdır: Fitne zamanında olduğumuz için yüz de el de örtülecek. (Hanefi uleması görüşü bu yöndedir.) Bol olacak; vücudun ayrıntılarını ortaya çıkarmayacak. Şeffaf olmayacak. Erkeklere mahsus bir giysi olmayacak. Tesettürün kendisi bir ziynet malzemesi olacak şekilde çekici olmayacak. Çünkü Kur’an tesettürü emrederken kadının ziynet ve cazibesinin örtülmesini istemiştir. Ziynet ziynetle örtülünce, karşı cinsin ilgisini çekmesi bakımından kimi zaman daha çekici bir görüntü ortaya çıkabilir. O zaman giyinmiş çıplaklar türer. Mü’min saliha kadın şunu unutmaz: Tesettür, Allah’ın emri olduğuna göre, şeytan için de bir aldatma ve tuzak konusudur. Mü’min, Allah Teâlâ’nın emirleri ile şeytanın tuzakları arasında durduğunda cihad mevkiinde durmuş olur. Tesettür bir cihad türüdür. Uğruna feda edilemeyecek bir değer olmalıdır.


Hazret-i Âişe validemizin kız kardeşi Esma, Resulullahın yanına geldi. Arkasında ince elbise vardı. Derisinin rengi belli oluyordu. Resulullah efendimiz baldızına bakmadı. Mübarek yüzünü çevirip, (Ya Esma, bir kız, namaz kılacak yaşa gelince, yüzünden ve iki elinden başka yerini erkeklere gösteremez) buyurdu. (Ebu Davud Libâs, 31)


Hz. Âişe (R.anhâ)'dan nakledilen; "Allah Teâlâ erginlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mace, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160)


Nur Suresi'nin 60 Ayetinde: "Artık evlenme ümidi beslemeyen, hayızdan ve doğumdan kesilmiş yaşlı kadınların zinetlerini göstermeksizin dış elbiselerini çıkarmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama yine sakınmaları onlar için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." buyurulmaktadır.


''Neden Başınızı Örtüyorsunuz ?''


Kıldığım namaz kabul oldu mu olmadı mı? İşte testi… - Nureddin Yıldız


-Namaz Kılmayan Biri ile Evlilik - Nureddin Yıldız


Kadının giyimine kocası karışabilir mi? - Nureddin Yıldız


Allah'ın emrettiği tesettür - Nurettin Yıldız


Kot Pantolonlu Yarı Çıplak Müslüman Kızlar - Nureddin Yıldız


Kadınların Zorunlu Kıyafetleri - Nureddin Yıldız


Kur’an–ı Kerim’de örtünme ile ilgili âyetler iki sûrede yer almıştır.
Bunlardan bir tanesi Nur sûresindeki:
“Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar, namuslarını korusunlar.
Kendiliğinden görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini açmasınlar. Başörtülerini, yakalarının üzerine vursunlar…” âyet–i kerimesidir. Bir diğer âyet–i kerime ise, Ahzab sûresi 59 âyettir ki;
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin hanımlarına söyle: (Evden çıkarlarken) üstlerine vücutlarını iyice örten cilbablarını (dış elbiselerini) giysinler. Bu, onların tanınıp eziyet edilmemelerine en elverişli olandır” buyrulmaktadır.
İslâm âlimleri, yukarıda mealleri yazılı âyetlere ve bu konuyla ilgili hadislere dayanarak, kadınların tesettürünün nasıl olması gerektiği konusunda pek çok beyanlarda bulunmuşlardır. Biz de âcizane, ulemânın bu beyanları ışığında “Kadının örtüsü nasıl olmalı?” konusunu şöyle bir gözden geçirelim. Ayet–i kerimede zikredilen “cilbab”dan muradın ne olduğunu  İnşallah izah etmeye gayret edelim.


CİLBAB
Allahu Teâlâ bu âyet–i kerimede mümin kadınlara, evlerinden çıkarken yabancı erkekler karşısında vücutlarını iyice örten cilbablarını, dış elbiselerini üzerlerine örtünmelerini emretmiştir. Bu hicab âyeti, geçen yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, kadınların avret mahallerini örtmeleri istikrar kazandıktan sonra nazil olmuştur. Demek ki, bu âyette emrolunan tesettür, daha önce farz kılınan setr–i avretten başka fazla bir örtünmedir. Dolayısıyla âyet–i kerimede geçen “Cilbab” kıyafeti hakkında, müfessirler değişik yorumlarda bulunsalar da, mefhumda birleşmişler ve “cilbab”dan maksadın; kadının elbiseleri üzerine giyilen ve vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde bütün vücudu örten bir elbise olduğunda ittifak etmişlerdir.


Allahu Teâlâ burada kadının örtünmesiyle alâkalı olarak pek çok elbise şekli emir buyurabilecekken, acaba neden özellikle “cilbab” giyilmesini önermektedir?.. Elbette bunun pek çok hikmetleri vardır. En önemli hikmeti ise, kadınların tesettüründe en ideal örtünme kıyafeti olmasındandır. Çünkü cilbab, kadını baştan ayağı kapatmakta ve fitneye sebebiyet verecek hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Böylece kadın ile, art niyetli, kötü düşünceli ve kalplerinde maraz olan kişiler arasına bir perde çekilmiş, bu tür ahlâksız kişilerin sataşmasına fırsat verilmemiş olacaktır. Nitekim bu maksat âyet–i kerimede de:
“Bu cilbabı giydiğiniz zaman ki durumunuz tanınıp eziyet edilmemenize daha uygundur.” şeklinde zikredilmiştir. Gerçi bu konuda eziyet etmeyi, kadınlara sataşıp tacizde bulunmayı bir huy edinmiş olan, alçak karakterli bazı kanı bozukları, örtü engelleyecek değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların, bu tür şehevânî ve kirli bakışlardan yuvalarında gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan şekil de budur. Hâl böyle olunca, kadın bu konuda son derece suçsuz ve masum, onlara eziyet ve tacizde bulunacak olan nefsinin zebûnu kimselerin ise, çok açık bir vebal yüklenmiş oldukları ortaya çıkar.
Peki, kadının dış örtü örtmesi gerektiğinden söz eden bu ayet–i kerimede, örtünme için belli bir şekil ve model var mıdır? Yani kadının dış örtüsü nasıl ve ne şekilde olmalıdır?..


KUR’AN–I KERİM’DE ÇARŞAF GEÇİYOR
Efendim, tesettür emri ile alâkalı olarak Nur sûre’si 31. âyette geçen “başörtüsü” (hımar–humur) ve Ahzab sûresi 59. âyette geçen “Dış giysi” (cilbab–celâbîb) ifadeleri birlikte mütalaa edilince, kadın için iki parçalı bir giysi şekli ortaya çıkıyor. Birincisi; saç, boyun ve göğüsleri örten ve omuzlara doğru yakaların üstüne serbest bırakılan “başörtüsü”dür. İkincisi ise: “Dış giysi” olup, bunun şekli de iki türlü tarif edilmiştir. Başörtüsünün üstünden, bedeni aşağıya kadar örten büyük parça bir giysi veya başörtüsünün altında, boyundan aşağı topuklara kadar örten dış giysi… Peki, ulemâ bu konuda ne diyor ve hangisini tercih ediyor?
Ulemânın bu konudaki beyanlarına geçmeden önce, hazır yeri gelmişken bazı Müslüman kardeşlerimizin sıkça sorduğu “Kur’an–ı Kerim’de çarşaf geçiyor mu?!” sorusuna açıklık getirelim.
Evet, Kur’an–ı Kerim’de çarşaf geçiyor!
Çarşafın adresi ise, Ahzab sûresinin 59. âyet–i kerimesidir. Şayet, “Bu âyet–i kerime çarşaftan değil, cilbabdan bahsetmektedir.” derseniz, şöyle açıklayayım. Evet, âyette “cilbab” kelimesi geçmekte ve “celâbîb” diye zikrolunmaktadır. “Celâbîb” kelimesi “cilbab”ın çoğuludur. Cilbab ise, Türkçe’de çarşaf mânasına gelir. Bu arada, “Kur’an’da çarşaf geçmiyor.” diyenler, şayet birebir “çarşaf” kelimesinin geçmesini kastediyorlarsa, o zaman doğru söylüyorlar, Kur’an’da “çarşaf” kelimesi geçmez! Çünkü “çarşaf” Farsça bir kelimedir. Ama Türkçemizde de kullanılmaktadır. Oysa Kur’an–ı Kerim Arapça indirilmiştir. Yani bu mantığa göre, yanlış anlaşılmasın ama, Kur’an’da “namaz” kelimesi de geçmez, “oruç” kelimesi de… Ya nasıl geçer? “Salât ve savm” şeklinde geçer.


TEFSİR ÂLİMLERİ ÇARŞAF İÇİN NE DİYOR?
Bazı tefsirler ise “cilbab” kelimesini “milhafe” diye tefsir ederler ki, “milhafe” lügatta çar ve çarşaf mânasına gelir. Şimdi ulemânın bu âyetle alâkalı yaptıkları tefsirleri zikrettiğimizde, tariflere en uygun kıyafetin çarşaf olduğu görülecektir.
Ulemâ âyet–i kerimede “cilbab” diye geçen, bu tesettürün nasıl olacağı hususunda birkaç görüşe ayrılmışlardır. İnşallah şimdi bizler kenara çekilip onların görüşlerine yer verelim.
Son devrin âlimlerinden Elmalılı, bu âyeti tefsir ederken “cilbab”ı şöyle tarif etmiştir:
“Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır.”
“Tepeden tırnağa örten giysidir.”
“Çarşaf ve peçedir.”


Âyet–i kerimede geçen “İDN” kelimesi: Yaklaştırmak demek ise de, âyette “Alâ” harf–i cerri ile kullanılması, kapsamak sûretiyle sarkıtmak mânasını da ifade ettiğinden, üzerinden sıkıca örtmek demek olur. “Cilbab örtmek” tabirinde de iki şekil vardır. Bunlardan birincisi; cilbablarından birisiyle bütün bedenini örtmek; diğeri ise, cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek olur.
Elmalılı, âyet–i kerimede geçen “cilbab idnâsını”, bu şekilde tarif ettikten sonra şöyle devam ediyor: “Bu beyanda da iki sûret vardır. Birisi kaşlarına kadar başını örttükten sonra büküp, yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık bırakmak.” Elmalılı bunu söyledikten sonra, “Bizler yetiştiğimiz zaman memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.” der. İkincisi de alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp gözlerin ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır. Bu açıklamadan sonra da, “Hicri 1310’da İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla tesettür tarzları bu idi.” demektedir.(1)
Evet, Elmalılı merhum “cilbab”ı böyle tarif ediyor.
Yine bu konuda Konyalı Mehmet Vehbi Efendi “Hulasatü’l–Beyan” isimli tefsirinde: “Kadınların ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin lazım ve vacip olduğunu zikretmektedir.”(2)
Ömer Nasuhi Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı çarşaf olarak tefsir etmişlerdir.
Gördüğümüz gibi son devrin âlimlerinden, herkesçe tanınan ve kabul gören üç tane tefsir âliminin “cilbab” hakkındaki görüş ve yorumları bu şekildedir… Şimdi de diğer ulemâ bu âyeti nasıl tefsir ediyor ona bakalım:


Taberî, İbn Sîrîn’den şöyle rivayet eder:
“Abide es–Selmani’ye, “…Dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle…” âyetinin mânasını sordum. O hemen büyük bir çarşaf alarak onunla bütün vücudunu örttü. Başını da kaşlarına kadar kapattı. Yüzünü de tamamen kapattı. Yalnız sol gözünü açık bıraktı. Böylece âyeti fiili olarak tefsir etti.”(3)


Taberî ve Ebû Hayan, İbn Abbas’tan şöyle rivayet etmişlerdir:
“Kadın cilbabını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar. Alttan da burnunun üzerine kadar kapatır. Yalnız gözleri dışarıda kalmalıdır. Yüzünün kalan kısmı ile göğsünü tamamen kapamalıdır.”(4)


Ebu’s–Suûd Efendi: “Cibab”tan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Buna göre âyetin mânası, ‘Kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları zaman, bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler.’ olur.” demiştir.


Cevherî de “Cilbab”ı çarşaf diye tefsir etti. Ve “Cilbab çarşaftır.” denildi. (5)


Ümmü Seleme annemiz şöyle demiştir:
“Cilbablarından üzerlerini sıkı örtsünler’ âyetinin nüzulünden sonra ensar kadınları siyah çarşaflara büründüler. Öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, sanki hepsinin başına birer karga konmuştu.”


ÖRTÜNMEK KADININ OLMAZSA OLMAZIDIR
Verilen kaynaklardan da anlaşıldığı üzere İslâm âlimlerinin çoğunluğu çarşaf üzerinde durmakta ve tesettürün çarşafla daha güzel olacağını belirtmektedirler. Açıkça“çarşaf” demeyen müfessirler ise, âyet–i kerimede geçen “cilbab” ile, kesintisiz bütün bedeni baştan aşağı örten geniş bir elbiseyi tarif etmektedirler ki, bu tarife en uygun olan kıyafet çarşaf, ferace ve cardır. Bu kıyafetler, Türkiye’nin çeşitli yörelerinde, “ehram, peştamal–dolama, şalvar–atkı” gibi farklı isimlerle de zikredilmektedir. Tabi-î bu kıyafetlerin kumaşının kalitesi, ince veya kalın oluşu örfe, beldelere ve mevsimlere göre değişiklik gösterebilir. Ancak dikkat edilecek husus, kadının boynu, omuzu, göğüs, kol, koltuk altı, bel gibi, kısaca vücut hatlarının belli olmaması gerekmektedir. İçini gösterecek kadar şeffaf, vücut hatlarını belli edecek kadar ince ve dar olmamalıdır. Çünkü kadınların örtünmesinden maksat bütün şüpheli yolları kesmek, erkek ve kadınların kalplerinde dolaşan vesveseyi bertaraf etmektir.
Bu arada, âyet–i kerimede örtünmenin, “iffet ve namusu koruması, tanınıp eziyet edilmemesine daha uygun olması” gibi bazı hikmetlerinin açıklanması, bu gayenin bulunmadığı veya başka şekilde elde edildiği durumlarda, örtünmek gerekmez gibi yanlış bir düşünce hatıra getirmemelidir. Çünkü esas itibariyle örtünmek, Allah’ın emri ve dinin gereğidir.
Evli kadınların örtünmesinden kocaları sorumlu olduğu gibi, kız çocuklarının evleninceye kadar örtünme ile ilgili problemlerinden birinci derecede babası sorumludur. Çocukla uzun süre birlikte olan, onun eğitim ve terbiyesi ile yakından ilgisi bulunan anne de ikinci derecede sorumlu olur.


Âyet–i kerimede Allahu Teâlâ bizleri şöyle uyarmaktadır:
“Ey iman edenler! Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden kendinizi ve ailenizi koruyun”(6)


Dipnotlar:
1– “Hak Dini Kur’an Dili”, c. 6, s. 337, 338
2– “Hulasatü’l–Beyan”, c. 9, s. 3719
3– “Taberî Tefsiri”, c. 22
4– “Bahru’l–Muhit”, c. 5, s. 250
5– “Tacü’l–Aras”, c. 1/186
6– Tahrim, 6


Mustafa ÖZŞİMŞEKLER


Hz. Aişe'ye İftira Olayı
Beni Mustalik gazvesindeki ilk olay ayetlerin olaya müdahale etmesiyle hallolmuş, açığa kavuşmuştu. Bu olayda yalancılığı ortaya çıkan İbn Übey ise gerçekleştirdiği yalandan daha kötü bir işe girişti ki; bu olay Hz. Peygamber’in ailesine iftira olayıdır. Olay şu şekilde gerçekleşti:  
Hz. Aişe anlatıyor; “Hz. Peygamber, bir sefere çıkmak istediği zaman kadınları arasında kura çekerdi. Kura kime düşerse Allah Resulü onunla birlikte sefere çıkardı. Gazaya gitmek istediği bu gazvede de hanımları arsında kura attı ve bu kurada Hz. Aişe’nin ismi çıktı.”
Olayı devamla Hz. Aişe şöyle anlatır: “Ben Resülullah ile beraber sefere çıktım. Bu sefer, hicap ayeti indirildikten sonra idi. Ben havdecimin içinde bindirilir ve (konak yerine) onun içinde indirilirdim. Bütün yolculuğumuzda böyle oldu. Nihayet Resulüllah bu gazasından ayrılıp da döndüğü ve Medine'ye yaklaştığımızda ben hacetim için kalkıp yürüdüm. (ordudan uzaklaştım) Hacetimi yerine getirdiğim zaman dönüp yerime geldim. Bir de göğsümü yokladım. Baktım ki Yemen'in gözboncuğundan dizilmiş gerdanlığım kopup düşmüş. Hemen geri dönüp gerdanlığımı aradım. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Benim devemi hazırlayan kimseler gelip havdecimi yüklemişler. Onlar beni havdecin içinde sanıyorlarmış. O zaman kadınlar hafif idiler, şişmanlamazlardı. Et ve yağ onları bürüyüp kaplamazdı. Çünkü onlar az yemek yerlerdi.”
Hz. Aişe devamla: “Ordu gittikten sonra ben gerdanlığımı buldum. Akabinde konakladıkları yerlere geldim fakat oralarda ne bir çağıran, ne de bir cevap veren kalmıştı. Bunun üzerine ben orada evvelce bulunduğum konak yerime geldim. Ve onlar beni havdecde bulamazlar da beni aramak üzere dönüp yanıma gelirler diye düşündüm.”
Hz. Aişe bu noktada akıllı bir kadın olarak yerinden ayrılmamıştır. Eğer ayrılsaydı kum çöllerinde yok olup giderdi. Onu bulmak üzere birilerinin geleceğini düşünerek beklemiştir.
Hz. Aişe devamla: “Yerimde otururken uykum geldi ve uyumuşum. Hz. Safvan b. Muattal es-Sulemi, ordunun arkasında mola vermişti. Bu zat sabaha yakın yürümüş, benim bulunduğum yere gelmiş, uyuyan bir insan karaltısı görünce benim yanıma gelmiş ve beni görünce tanımış. Beni tesettür farz kılınmadan önce görür idi. Ben onun beni tanıdığı sırada onun istirca sözlerini söylemesi ile uyandım. Uyanınca hemen çarşafıma bürünüp yüzümü örttüm. Allah'a yemin ediyorum ki o bana bir tek kelime söylemiyordu. Ben ondan, istirca sözünden başka hiç bir kelime işitmedim.”
Konunun burasında Hz. Aişe’nin Hz. Safvan’dan aktardığı sözü verelim:
مَا خَلّفَك يَرْحَمُك اللّهُ والله ما تكلمت بكلمة كلمة، ولا سمعت منه غير استرجاعه لم ينطق بغيرها
“(Ey peygamber zevcesi!) Neden geri kaldın! (Aişe): Vallahi o, istircasından başka hiçbir kelime konuşmadı, bende hiçbir kelime işitmedim. Bu kelimeden başka bir şey konuşmadı.”
Hz. Aişe devamla: “Devesini ıhtırıp çöktürdü, ön ayağına bastı. Ben de deveye bindim. Hz. Safvan bindiğim deveyi önünden çekerek yürüdü. Nihayet kafile konak yerine indikten sonra öğlen sıcağında orduya yetiştik. Bu sırada benim yüzümden helak olan helak olmuştu. İftiranın çoğunu Abdullah b. Ubey b. Selül yapmıştı.”
Hz. Aişe, Hz. Safvan b. Muattal’ın devesinde Hz. Safvan b. Muattal onu çekerek orduya yetişmeye çalışıyorlardı. Ancak bu arada ordu da Hz. Peygamber’in cebri hızlı yürüyüş emrinden dolayı hızlı bir şekilde yol kat ediyordu. İşte böyle bir kovalamaca sonucu, Hz. Safvan b. Muattal ve çektiği devenin üzerindeki Hz. Aişe ile orduya mola verildiği sırada ordu yerleşirken ordugâha girdiler. Bu olayı gören münafıkların başı İbn Übey fırsatı kaçırmadı ve bir müddet önceki rezilliğinin intikamını almak üzere yüksek sesle şöyle haykırdı: “Bakın! Bakın! Peygamberin hanımı bir adamla gecelemiş ve geliyor.”
Münafıkların başı İslam’ı tam kalbinden vuruyordu. İftira attığı kadın, dinin peygamberinin eşi ve İslam’da Hz. Peygamber’den sonra ilk adam konumundaki Hz. Ebubekir’in kızıydı. Artık Medine Hz. Safvan b. Muattal ve Hz. Aişe arasındaki mesele ile çalkalanıyordu. Herkes bir şeyler söylüyor, türlü türlü yorumlar yapılıyordu. Olayı öğrenen Hz. Aişe sabahlara kadar ağlıyor, gözünün yaşı dinmiyor, uyumuyordu. Konuyu uzatmamak için detayları geçerek konunun Hz. Safvan b. Muattal ile ilgili bölümlerini aktarmayı sürdürüyoruz.
Konu ile ilgili vahiy de gecikince Hz. Peygamber istişarelere başladı. O, günümüzde olduğu gibi konuya tam vakıf olmadan meseleyi namus meselesi haline getirip vurmak, kırmak, öldürmek, günümüz tabiriyle “namusunu temizlemek” gibi işlemlere girmiyor, meseleyi öğrenmeye çalışıyordu.  Bu sebeple sahabeden Ali b. Ebi Talib'i ve Usame b. Zeyd'i yanına çağırıp meseleyi konuştu. Usame b. Zeyd, Hz. Peygamber'in ailesinin beraatini bildiğini ve onlara karşı beslediği sevgiye işaret ederek: “Ey Allah'ın Resulü! Onlar senin ailendir. Biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmeyiz” dedi. Ali b. Ebi Talib'e gelince, o da: “Allah senin başını dara sokmaz. Aişe'den başka kadınlar çoktur. Cariyeye de sorsan sana doğruyu söyler” demişti. Cariye Berire de benzer sözler söylemişti. Yine Hz. Osman ile görüşmüş karşılığında benzer ifadeler almıştı.
Allah Resulü, zevcesi Zeynep bt. Cahş'a durumu sormuş: “Ne bilirsin, ne gördün?” demişti. O da kadınlar arasında en büyük rakibi olan Hz. Aişe hakkında fırsat eline geçmişken: “Ey Allah'ın Resulü! Ben kulağımı, gözümü muhafaza ederim. Vallahi hayırdan başka bir şey bilmem,” diye cevap verdi.
Sahabelere danışması ile bir sonuç elde edemeyen ve Medine’deki Müslümanların sırtındaki bu problemi çözmeye çalışan Hz. Peygamber, nihayet olayı bütün Müslümanların önünde dile getirerek halletmeyi kararlaştırır ve bunun akabinde mescitte minber üzerinde ayağa kalkıp şöyle hitab eder: “Ey Müslüman topluluğu! Ev halkıma verdiği ezası son dereceye varan bir şahıs için(İbn Übey) bana kim yardım eder? Vallahi ben ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiş değilim. Bir adamın da ismini ortaya koydular ki bu zat(Hz. Safvan b. Muattal) hakkında da ben hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Bu kimse ailemin yanına da ancak benimle beraber girerdi.”
Buradaki son iki cümleye dikkat etmek gerekiyor. Öncelikle Hz. Safvan b. Muattal, hakkında “ Ben onun(Safvan) hakkında ancak hayır biliyorum”  " ما علمت منه إلا خيراً" diyor. Bu söz herhangi bir kişinin değil, son peygamberin sözüdür ve Hz. Safvan b. Muattal hakkında çok önemli bir şehadettir.
İkinci cümle ise yine Hz. Safvan b. Muattal hakkında onu teberri eden, temize çıkaran bir şehadettir. “Bu kimse ailemin yanına da ancak benimle beraber girerdi” Ancak bu cümleden şunu da çıkarabiliriz ki; artık münafıklar Hz. Safvan b. Muattal’ın Hz. Aişe ile görüşmek için eve gelip gittiği ve kendi başına eve girdiği gibi sözleri bile söylemiş olmalılardır ki; Hz. Peygamber, bu sözü söylemek zorunda kalmıştır. Maalesef iftiranın boyutları buralara kadar varmış durumda olmalıdır.
Hz. Peygamber’in bu şekilde yardım isteği üzerine kendi kabilelerinden olan Abdullah b. Übey’i korumak isteyen Hazreçliler ile onu cezalandırmak isteyen Evsliler kavgaya tutuşurlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, minberden inip onların arasını bulur ve sorunu çözememiş bir halde üzgün olarak evine döner.
Hz. Aişe devamla şöyle anlatır: “Biz ağlarken Allah Resulü yanımıza girdi, selam verdikten sonra oturdu. Halbuki Allah Resulü bundan evvel hakkımda dedikodu başladığı günden beri yanımda oturmamıştı. Ve Allah Resulü bir ay beklediği halde kendisine hakkımda bir şey vahyolunmamıştı. Allah Resulü oturduğu zaman, şahadet kelimelerini söyledikten sonra: Ey Aişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler geldi. Eğer suçsuz isen yakında Allah seni muhakkak beraat ettirecektir. Yok eğer bir günah işledinse Allah'tan mağfiret dile ve Allah'a tevbe et! Çünkü kul, günahını itiraf ve sonra tövbe edince Allah da onun tövbesini kabul edip mağfiret buyurur” dedi. Allah Resulü sözlerini bitirince gözümün yaşı kesildi. Hatta gözyaşından bir damla bulamıyordum. Hemen babama: “Allah Resulü'nün söylediği sözlere benim adıma cevap ver” dedim. Babam: “Vallahi Allah Resulü'ne ne diyeceğimi bilmiyorum” dedi. Sonra Anneme: “Allah Resulü'nün söylediği söze benim adıma cevap ver” dedim. O da: “Vallahi Allah Resulü'ne ne diyeceğimi bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine ben, henüz Kuran’dan çok şey bilmeyen küçük yaşta bir genç olduğum halde şöyle dedim: “Vallahi ben kesinlikle anladım ki siz bu dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta bu söz sizin gönüllerinizde yer etmiş ve ona inanmışsınız. Şimdi ben size suçsuzum desem (ki Allah suçsuzluğumu biliyor) bu konuda bana inanmazsınız. Ve eğer ben size bir itirafta bulunsam (ki Allah suçsuz olduğumu bilir) sizler beni hemen tasdik edeceksiniz. Vallahi ben kendimde size verecek bir misal bulamıyorum. Ancak Yusuf'un babasının dediği gibi: Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Sizin şu söylediklerinize karşı yardımına sığınılacak ancak Allah'tır.”
Hz. Aişe şöyle devam etmiştir: “Sonra dönüp yatağıma yattım. Halbuki vallahi o zaman ben suçsuz olduğumu ve Allah'ın da muhakkak beni temize çıkaracağını biliyordum. Lâkin vallahi hakkımda okunan bir vahiy indirileceğini hiç zannetmiyordum. Benim hâlim de kendimce aziz ve celil Allah'ın hakkımda okunan bir şeyle konuşmasından daha aşağı idi. Lâkin Allah Resulü'nün uykuda bir rüya göreceğini ve Allah'ın da o rüya ile beni beraat ettireceğini umuyordum. Vallahi Allah Resulü oturduğu yerden kalkmamıştı. Ev halkından bir kimse de dışarı çıkmamıştı. Aziz ve celil Allah Peygamber'ine vahiy indiriverdi. Kendisini vahy inerken basan şiddet yine bastı. Kendisine indirilen kelamın ağırlığından kış gününde bile inci tanesi gibi ter dökülürdü. Allah Resulünden vahiy hâli kalkınca kendisi sevincinden gülüyordu. Söylediği ilk söz şu oldu: "Müjde ya Aişe! Allah seni beraat ettirdi."