22 Aralık 2016 Perşembe

Sarıkamış'ta binlerce askerimizi öldüren Enver Paşa'dır





Çok kişi Sarıkamış'ta şehit olan on binlerce askerimizi "Ruslar'ın öldürdüğünü" sanır.
Hayır, onları öldüren Enver'dir.
Eksi otuz derecede hiçbir akla ve mantığa sığmayan o saldırı emrini veren Enver.
"Olacak iş değil paşam" diyen Hasan İzzet'i yürütüp yerine her dediğine eyvallah diyen Hafız Hakkı'yı getiren Enver...
Çünkü bu aklı veren de Enver'in kurmay başkanı (aynı zamanda bütün Osmanlı ordusunun da genelkurmay başkanı) bir Alman'dı, Bronsart von Schellendorff...
Evet ya, Türk genelkurmayını bir Alman yönetiyordu.
Bu Alman'ın aklıyla Enver de, birkaç ay önce Hindenburg ile onun kurmayı Ludendorff'un Tannenberg'de Ruslar'a karşı kazanmış oldukları zafer benzeri "kolay bir zafer" kazanmak istemiş, altmış bin kişiyi karlara ve buzlara gömmüştür.
Berikiler büyük askerlerdi, oysa Enver yarbaylıktan generalliğe "zıplamış" adamdır, saraya damat olduğu için.
Bir başka sakillik, Sarıkamış'ın "vatan savunmasında" bir "müdafaa harekatı" olduğunun sanılmasıdır.
Sarıkamış, bir Çanakkale değildir.
Osmanlı ordusu Sarıkamış'a durduk yerde, "otuz beş yıl önce Ruslar'ın eline antlaşmayla geçmiş bazı doğu topraklarımızı zorla geri almak" için saldırmıştır.
Eh, bir de, bir kısım Rus askerini Kafkaslar'a bağlayıp Almanya üzerine sevkedilmelerini önlemek için tabii.
Hani şu, Hasan Cemal'in dedesinin de bir kısım İngiliz askerini Mısır'a bağlamak için Almanlar tarafından iki kere Süveyş Kanalı'na saldırtılacağı gibi canım...
Ama kanal seferlerinde "Atatürk geçmediği için" bunlar öğretilmez okullarımızda.
Bugün, Sarıkamış harekatının "Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğüne kasteden düşmana karşı" yapıldığını sanan zır cahiller bile yaşıyor aramızda!
Sarıkamış'la cumhuriyet arasında dokuz sene vardır.
Çanakkale'yle kurtuluş savaşı arasında da beş sene olduğu gibi.
Şimdi Sarıkamış törenleri bitince sıra iki ay sonra Çanakkale'ye gelecek, onun da yüzüncü yıldönümü.
Gene "hain düşman durduk yerde üstümüze saldırdı, hiç beklemiyorduk" edebiyatı yapılacak. Yalandır.
Bu yalanlara sarılan Türk faşistleri Enver'i pek severler, "Turan İmparatorluğu" hayalleri peşinde koştuğu için. Gözümüzün içine baka baka "Enver Alman hayranı değildi" diye sallamaktan da utanmıyorlar.
Geçen gün bir postalcı yazarımız da, Enver'le Talat'ın Şişli'de, Hürriyet-i Ebediyye tepesinde yan yana yattıklarını hatırlatmış, "kabirlerinin önünde dua eden de, yanından gelip geçen de görülmüyor" diye yakınmış.
Neden acaba?
Neden kimisi vara yoğa Anıtkabir'e, kimisi ramazan aylarında padişah türbelerine koşan, şu ya da bu siyasi görüşten binlerce kişi oraya hiç uğramıyor?
Yoksa halk sandığınız kadar cahil değil mi? Yoksa halk CHP'ye küstüğü gibi onlara da küsmüş ve hiç affetmemiş mi?
Enver ile Talat'ın mezarına sizin Sarıgül ailesi gitsin sarı güller koymaya, ne de olsa Şişli onların saltanat bölgesi...
Engin Ardıç/Sabah 5 Ocak 2015

Sarıkamış faciası...



Vakit
Hasan Karakaya
hasankarakaya@vakit.com.tr


Sarıkamış faciası... Ağaç dallarındaki iskeletler!


Bilirsiniz; "resmî tarih" ile "gerçek tarih" öteden beri çelişir... Resmî tarihe göre "kahramanlık ve vatanseverlik" sayılan bir olay, gerçek tarihe göre "korkaklık veya vatan hainliği"dir...
Ya da, tam tersi!.. Ben, "resmî tarih" ile "gerçek tarih" arasındaki ilişkiyi, "devlet" ile "millet"e benzetirim... Nasıl ki; "devlet" ayrı telden çalar, "millet" ayrı telden çalar ve bir türlü "ortak nokta" bulunamazsa, "resmî tarih" ile "gerçek tarih" arasında da asla "ortak nokta" bulunamaz... Resmî tarih "vatan sevgisi" der, gerçek tarih ise "facia!"


SARIKAMIŞ VE ENVER PAŞA!

Malûm, dün "Sarıkamış Harekâtı"nın 93. yıldönümüydü... "90 bin Mehmetçiğin donarak öldüğü" bir "facia"nın yıldönümü!..
Dünkü Vakit'te bir başlık vardı:
"Turan derken, viran olduk!"
Bunu söyleyen, "İttihat Terakki" cemiyetinin/partisinin önde gelen komutanlarından Enver Paşa'ydı...
"Harekât bahara kalsın" diyen 3. Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa'yı görevden alan ve "3. Ordu Komutanlığı" görevini kendisi üstlenen Enver Paşa!..
İşte bu Enver Paşa, Sarıkamış'ın Allahüekber dağlarında tam 90 bin insanın kanını/canını donduran bir adamdır!..
önce olayı özetleyelim:
Osmanlı-Rus savaşı sonucu, Kars, Ardahan, Batum ve Sarıkamış'ın Rusya'nin işgaline uğraması sonucu 1914 yılında dönemin Başkomutan Vekili olan Enver Paşa, Sarıkamış'ı geri almak amacıyla 19 Aralık 1914 tarihinde harekât planını kurmaylarına sunmuştu.
Kurmayların "manevranın başarısızlığa uğrayacağını" Enver Paşa'ya birçok defa söylemiş olmalarına rağmen, Enver Paşa harekatın yapılmasına karar vermişti.
22 Aralık 1914'te Enver Paşa'nın emriyle 120-125 bin civarında Osmanlı askeri dondurucu soğuğa rağmen yollara sürülmüştü.
Bölge, senenin dört ayı boyunca "karlarla örtülü"ydü. Kar yükseklikleri kimi yerlerde bir metreyi geçiyordu. "Zemheri günleri" diye bilinen en soğuk günlerdi.
Yapılan harekât planına göre; Ruslar Sarıkamış'ta kuşatılıp, imha edilecektir!..
Gündüz başlayan yürüyüşte "çarık"ları yumuşayan askerlerin çarıkları gece donmaya, bir mengene gibi ayaklarını sıkmaya başlar.
Adım atmak neredeyse imkânsızdır. Askerler olduğu yerde zıplar, atlar, kendini karların içine vurur ve ayaktan başlayan donma yavaş yavaş bütün vücuda yayılır.
Düşeni kaldırmamak için emir vardır. Zaten kimsede de kimseyi kaldıracak güç kalmamıştır.
Sarıkamış'ta böylesine bir facia yaşanmasına rağmen, İstanbul'a gönderilen telgrafta gerçekler gizlenir ve "Kahraman askerlerimizde ilerleme isteği o kadar çoktur ki, ellerinden gelse soluklarıyla karları eritip yol açacaklardır. Karı daha az olan kesimlerde kahramanlarımız başarılar elde ediyorlar. Dün, süngü saldırısıyla düşmandan iki mevzi ele geçirilmiştir" şeklinde yalan ifadelere yer verilir.
"Netice"ye gelecek olursak;
"90 bin Mehmetçik donarak ölür!"
Hem de, tek kurşun atamadan!..
Resmî tarihe göre; Sarıkamış Harekâtı bir "başarı"dır, Enver Paşa da "büyük bir komutan!"
Ama, vicdanlar diyor ki;
Bu adam bir "katil"dir!..
"90 bin Mehmetçiğin katili!"

GENELKURMAY NASIL BAKIYOR?

Şahsen ben, Sarıkamış "harekâtı"nın değil, "facia"sının yıldönümü vesilesiyle bir yazı yazmaya karar vermiştim ki, geçtiğimiz Perşembe günü, Genelkurmay'ın internet sitesinde bir "bilgi notu"na yer verildi.
Sözkonusu bilgi notunda, Osmanlı Devleti'nin Almanya ile yapılan anlaşmanın ardından Birinci Dünya Savaşı'na girmek zorunda kaldığı hatırlatılarak, "Ancak Balkan Savaşı'ndan yeni çıkmış olması ve yeterli hazırlıkları yapma imkanı ve zamanı olmadığından dolayı savaşın ilerleyen dönemlerinde büyük olumsuzluklarla karşı karşıya kalmıştır" denildi.
Osmanlı donanmasına bağlı Yavuz ve Midilli gemilerinin Sivastopol'u bombalamalarının ardından 1 Kasım 1914 günü Rus Ordusu'nun hududu geçerek baskın tarzında taarruza başladığının anlatıldığı bilgi notunda, Erzurum genel istikametinde ilerleyen Rus Kuvvetleri'nin, 7-12 Kasım'da Köprüköy ve 17-20 Kasım'da cereyan eden Azap muharebelerini kaybederek geri çekilmek zorunda kaldıkları belirtildi.
Savaşın ilk aylarında meydana gelen bu durumun, ordunun subay ve erleri üzerinde olumlu bir etki doğurduğunun kaydedildiği bilgi notunda, "Ancak ağır zayiat veren 3. Türk Ordusu, geri çekilen düşmanı takip edememiş; daha elverişli bir arazide toplanmak, takviye kuvvetlerinin gelmesini beklemek ve yeni bir Rus taarruzunu karşılamaya hazır olmak amacıyla 8-10 kilometre kadar geri çekilmiştir" denildi.
Bilgi notunda, Avrupa'da savaşın mevzi harbine dönüşmesi ve Galiçya'da Avusturyalıların Ruslar karşısında zor durumda kalmaları üzerine Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın, müttefiklerin Avrupa'daki yükünü hafifletmek için "Alman Başkomutanlığının da etkisiyle" Doğu Cephesi'nde "Rusların imhası"nı hedef alan büyük ölçüde kuşatıcı bir taarruza karar verdiği anlatıldı.
Bilgi notunda şunlar kaydedildi:
"Nitekim Türk kuvvetlerinin büyük bir kısmı soğuktan donarak ölmüştür. Sarıkamış'a girebilen 300 kişilik bir kuvvet de Ruslar tarafından geri atılmıştır. Bu başarısızlık karşısında Enver Paşa, 10 Ocak 1915'te 3. Ordu Komutanlığını Tuğgeneral Hafız Hakkı Paşa'ya devrederek İstanbul'a dönmüştür. Bu muharebelerde Rusların zayiatı 30 bin, Türklerin zayiatı ise 60 bin kadardır. Ruslar; Türklerden 200 subay, 7 bin eri esir, 20 makineli tüfekle 30 topu ganimet olarak almışlardır. Bu muharebeler sonucunda Doğu Anadolu, Rusların işgaline maruz kalmıştır. Bilahare 3. Türk Ordusu, taarruzdan önce işgal etmiş olduğu Azap mevziine (Tutak-Narman hattı) çekilmiştir. Takviye kuvvetler alarak Rus taarruzlarını bu hatta karşılamaya hazırlanmıştır."
Bilgi notunda, Sarıkamış Harekatı ile ilgili haberlerin, ancak sonradan kamuoyu gündemine geldiği belirtilerek, burada olup bitenlerin çok sonraları açıklığa kavuşturulduğu kaydedildi.
Sarıkamış Kuşatma Harekatı'nın; düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan "başarılı bir plan" olduğunun ifade edildiği bilgi notunda şu değerlendirmeye yer verildi:
"Ancak stratejinin faktörlerinden zaman ve iklim şartları iyi değerlendirilemediği için bu sonuç kaçınılmaz olmuştur. Sarıkamış, Türk harp tarihinin en acı muharebelerine sahne olmuştur. Türk Ordusu, ağır koşullar altında yapılan bir muharebede kahramanca savaşmıştır. Türk Ordusunun kayıplarındaki asıl etkenler, çetin arazi ve şiddetli kış şartları ile teçhizat eksikliği ve ikmal yetersizliğidir. çok ağır koşullar altında kahramanca savaşan Türk askeri, muharebenin sonuna kadar direnmiş, vatanını korumak ve başarıya ulaşmak için sonsuz gayret göstermiştir. Sarıkamış Harekatı, Türk milletinin vatanı ve kutsal varlıkları uğruna neler yapabileceğinin bir delilidir."
BUNUN NERESİ BAŞARI?
Genelkurmay'ın "bilgi notu"nda benim anlayamadığım şu:
"90 bin asker"in, hem de "tek kurşun sıkmadan" donarak öldüğü bir harekâta, nasıl "başarılı" denilebilir!..
Bir harekât; eğer "bütün olumsuz şartlar" hesaplanarak gerçekleştirilmiş ve "hedefe ulaşılmış" ise başarılıdır!..
"çetin arazi şartları" düşünülmemiş, "kış şartları" hesaba katılmamış, "teçhizat eksikliği ve ikmal yetersizliği" hesaplanmamış bir plan için, nasıl "başarılı bir plan" denilebilir!..
Hele de, "90 bin asker donarak ölmüş" ise!..
Hele de, harekâtı yöneten Enver Paşa bile 1 Kasım 1918 gecesi saat 23.00'te Alman botu ile Türkiye'den kaçmadan önce Mersinli Cemal Paşa'ya şu "itiraf"ta bulunuyorsa:
"Turan yapacaktık, viran olduk... Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid'i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık!.. Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık."
TESLİM OLMADAN TESLİMİYET!
Bu nasıl "başarı"dır ve nasıl "kahramanlık"tır ki; Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç, anılarında, Sarıkamış'ta "bir ihtiras uğruna" şehit olan Mehmetçiliğin halini şöyle anlatıyordu:
"İlk sırada diz çökmüş beş kahraman... Omuz çukurlarına yasladıkları mavzerleri ile nişan almışlar. Tetiğe asılmak üzereler. Ama asılamamışlar. Kaput yakaları, Allah'ın rahmetini o civan delikanlıların yüreklerine akıtabilmek istercesine semaya dikilmiş, kaskatı...
Hele bıyıkları, hele hele bıyıkları ve sakalları!.. Her biri birer fütuhat oku gibi, çelik misali. Ya gözler? Dinmiş olmasına rağmen şu kahredici tipinin bile örtüp kapatamadığı gözleri!.. Apaçık!.. Tabiata da, başkumandana da, karşısındaki düşmana da isyan eden, ama Allah'ına teslimiyetle bakan gözler. Açık, vallahi apaçık!"
Ve Moskova'daki "askeri müze"de sergilenen bu satırların sonu şöyle biter:
"Allahüekber dağlarındaki Türk müfrezesini esir alamadım, çünkü o askerler; bizden çok evvel Allah'larına teslim olmuşlardı." (24.12.1914 Perşembe)
Söyleyin Allah aşkına;
Bu mudur başarı? "Gözleri açık gitmek" midir kahramanlık?
AĞAç DALLARINDA DONDULAR!
Bu olayda, beni en çok etkileyen ne oldu biliyor musunuz?
"Ağaç dallarındaki asker cesetleri!"
"Tetiğe asılmak" üzere olan, ancak "eski 40 derece soğuk"ta tetiğe asılamayıp donarak ölen "Mehmetçik"lerin cesetleri, daha doğrusu "iskelet"leri ne zaman bulunabilmiş biliyor musunuz?
4-5 ay sonra!..
Evet, "karlar eridikten" sonra!..
O manzara şöyle anlatılır:
"Ertesi ilkbaharda, karlar eriyince, felâketin boyutu daha bir belli oldu, ortaya çıktı. Türk askerlerinin cansız bedenleri, bütün kış boyu kurdu kuşu beslemişti...
Yöre köylüsü, ağaçların üstünde at, katır ya da insan iskeletleri görüp dehşete düşüyordu; "O iskeletler nasıl çıktı oraya?" diye.
Oysa, ağacın üstüne çıkan "iskeletler" değildi... Ağacı tümüyle örten karların üzerinde yol almaya ve dağı geçmeye uğraşan 3. Ordu erleri, bastıkları ağaç dalları üzerinde donup kalmışlardı!..
Cesetlerini önce vahşi hayvanlar parçalamış, sonra da kuşlar, kargalar didiklemişti.
"Etlerinden sıyrılan iskeletler" de karların erimesiyle ağaçların tepesinde kalmışlardı.
Sarıkamışlı bir ihtiyar şöyle anlatıyordu gözlemini:
"Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu ancak yanlarına gidince anladık."
SARIKAMIŞ TüRKüSü'NDEKİ MEHMETçİK!
İşte budur Sarıkamış'ın özeti... Bir "ihtiras"ın, bir "hırs"ın, bir "kansız cinayet"in adıdır Sarıkamış!..
"Turan" derken, "viran" oluşun adıdır!..
öyle bir "acıdır", öyle bir "ağıt"tır ki, "türkü"lere yansımıştır Sarıkamış!..
"Sarıkamış Türküsü" şöyle der:
"Sarıkamış üstünde kar,
Kar altında Mehmedim yatar,
Gülüm donmuş, kara dönmüş
Gören sanmış, yârin sarar.
Kimi Yemen, kimi Harput
üzerinde ince çaput
Avut yiğit, gönlün avut,
Yâr sarmazsa, Mevlâm sarar!"
Bilmiyorum, daha fazla söze hacet var mı?.. Şu "türkü"nün sözlerini tekrar okuyun ve üstünde "ince bir çaput"la eksi 40 derece soğuğa sürülen Mehmetçiğin ardından, ağlayın ağlayabildiğiniz kadar!..
Ama, bu "katliam"ın, ama bu "facia"nın adını "kahramanlık" koymayın!.. 90 bin askerin ölümüne yol açan beceriksizlik ve ihaneti de "başarı" saymayın!..
"Hezimet"ler ne zamandan beri "başarı" oldu?..
Ve "ihanet"ler ne zamandan beri "kahramanlık?"
"Resmî tarih"e işte bunun için güvenmiyorum ben!..
--------
Kıvırma Fazıl!
Eyvah; "Fazıl" dedim, acaba "hedef" göstermiş mi oldum?.. "Paranoyak" gazeteler, artık "isim" ve "resim"den de anlam çıkarıp "hedef gösterme" üretiyorlar!.. Ne bileyim, "Vakit bulmacası"nda fotoğraf kullanıp "Fazıl Say-gısız" demek, "hedef göstermek"miş!.. "İnsan"ları bilmem, ama buna "karga"lar bile kıçıyla güler!..
Her neyse... Malûm, "başka bir ülkeye taşınmayı düşünüyorum" demişti Fazıl Say... Masusçuktan "gitme kal" diyenlere de; "öyle demek istememiştim!.. Yanlış tercüme" diye kıvırıp, sıyrılmak istedi... Ancak, 13 Aralık 2007 tarihli Alman gazetesini okuyanlar, ortada "yanlış bir çeviri" olmadığını gördüler!..
Demek ki; Fazıl Say, sadece "piyano" çalmakta değil, "kıvırmak"ta da ustadır!..
Aslında var ya; hem "piyano" çalsa, hem de "rakkase"ler gibi kıvırsa, çok iyi para kazanır Türkiye'de..
O zaman; gitmek aklına bile gelmez!..



15 Aralık 2016 Perşembe

Halep’i Kurtarmanın Yolu Ayasofya’dan Geçiyor




Halep hepimizin içini yakıyor acil müdahale edilmeli ama nasıl
Şu anda şer güçler Türkiyeyi ortadoğuya çekmeye çalışıyor ve bizim halepi musulu filistini kurtarmamız gerekiyor konu çok karışık ve acilen bir şeyler yapmak gerekiyor

Öncelikle sivil gönüllülerden oluşan bir milis - ordu kurulmalı ve derhal imkan dahilinde bu bölgelere nakledilmeli

Türkiye resmi olarak bölgeye şu aşamada girmemeli Türkiye’nin öncelikli sorunu feto ve pkk fitnesini etkisiz hale getirmesi gerekiyor
evet feto ve pkk’ya çok büyük darbe vurduk ama bu şer cephesi hala dışarıdan yardım görüyor

biz öncelikle tam gerçek bağımsızlığımızı ilan etmeliyiz
bunun yolu ise incirlik-ayasofya-idam üçlüsünden geçiyor
alakasız gibi görünse de evet biz bağımsızız demenin yolu
idamı getirmek, ayasofya’yı cami yapmak ve incirlik üssünü kapatmakla mümkün bu hamleler yapılmadan bağımsızlığımız lafta kalacaktır

bizim aynı anda filistini, halep’i musul’u kurtarmamız gerekiyor bunun için de top yekün cihad emri verilmeli
ve bu emri vermek için de halife ve halifelik acilen getirilmelidir

ALLAH YARDIMCIMIZ OLSUN
YÜKÜMÜZ AĞIR
AMA İNANIR VE ÖNCELİKLE İSLAMI DOĞRU YAŞARSAK RABBİM BİZE BUNU KOLAYLAŞTIRACAKTIR
İNŞALLAH HALEP’İN , MUSUL’UN VE FİLİSTİN’İN KURTULUŞU YAKINDIR
SİZ YETER Kİ İSLAM’IN HAKİM OLACAĞINI UNUTMAYIN


11 Eylül 2016 Pazar

Diyanete Açık Mektup



Devlet faizle çalışıyor, memurların aldıkları maaşlar helal midir?

Devletin ödediği maaş haram mı?

Faizle çalışan bankadan alınan vergi helal midir ?
Alkolden ve alkol işletmelerinden alınan vergi helal midir ?
Sigaradan alınan vergi helal midir?
Şans ve tahmin oyunları adı altında kumardan gelen vergi helal midir?
Müstehcen yayın yapan gazete, tv ve sinemalardan alınan vergi helal midir?
özetle bu ve benzeri kuruluşların devletin bütçesine katkısı en az %20’yi buluyor
bu da demek oluyor ki maaşların %20’si haram para ile ödeniyor!!!


BENİM ÖNERİM İSE;

özellikle Diyaneti ilgilendiren konu ve özellikle arkasında namaz kıldığımız imamları ilgilendiren konu bu haram karışmış maaşlardır

bu konuda yapılması gereken bu vergilerin komple iptal edilmesidir (bu devletin görevidir)

diyanete düşen ise madem bunu engelliyemiyorsunuz en azından Devlet ile maddi ilişkiyi kesmek yoluna gidilmelidir

bu nasıl olacak sorusuna cevap vermek sizin görevinizdir!!!

hala yazıyı okuyanlar için bir iki önerim olacaktır;

öncelikle cami altlarındaki marketlerin kapatılarak yerine diyanet bağlı (sadece helal ürünlerin satıldığı alternatif marketler kurulmalıdır

her camiye (uygun olanlara) bu tarz market yada dini kitap ve diğer materyallerin satıldığı diyanet mağazaları yaygınlaştırılmalıdır

yani özetle diyanet ne devlet parası ile ne de sadakaya muhtaç bırakılmadan ticaret yapılarak kendi bütçesini karşılayabilir

saygılarımla
yazı aslında buraya kadardır
yazının bundan sonraki bölümünü detay isteyenler okuyabilir

Bütçeyi tiryakiler kurtardı!

Gülümhan GÜLTEN / VATAN |  25 Aralık 2012 Salı - 10:31

Akşamcı ve tiryakiden bütçeye 23 milyar lira!



2012 yılı içinde bozulan bütçe dengesini, akşamcı ve tiryaki kurtardı. Sigara ve alkolden alınan ÖTV geliri 11 ayda 22.6 milyar liraya ulaştı. Bu vergi gelirinin 4.2 milyar liralık kısmı alkollü içkilerden, 18.4 milyar liralık kısmı ise sigaradan geldi. Maliye bu rakamın yıl sonunda 26.4 milyar liraya çıkmasını bekliyor.


Maliye Bakanlığı bütçenin yılsonu gerçekleşmeleriyle ilgili son rakamları toplamaya çalışırken, 2012 yılı bütçesini tiryakiyle akşamcının kurtardığı anlaşıldı. Artan giderler ve düşen vergi gelirleri nedeniyle sürekli artan bütçe açığını dizginleyemeyen hükümet, bir kez daha bütçe dengesini alkol ve sigara içen vatandaşlar sayesinde toparladı. Yılın ilk 11 ayında gerçekleşen ve resmi olarak açıklanan vergi gelirleri içinde başta sigara ve alkol olmak üzere toplam ÖTV gelirinin, toplam vergi gelirlerine sağladığı katkı yüzde 25’i geçti. Yılın 11 ayında 64.6 milyar liraya ulaşan toplam ÖTV gelirinin, yılsonu itibarıyla 70.6 milyar liralık hedefi aşarak 71.2 milyar liraya ulaşacağı hesaplanıyor. 2012 yılının 11 ayında bütçeye toplam 64.6 milyar liralık ÖTV geliri toplandı. Bunun 4.2 milyar lirası alkolden, 18.4 milyar lirası sigaradan olmak üzere toplam 22.6 milyar lirası tütün ve alkolden geldi. Maliye Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı ve henüz açıklanmayan rakamlara göre yıl sonunda bu rakamın 26.4 milyar liraya ulaşacağı hesaplanıyor. Bunun da 4.9 milyar lirasının alkollü içkiden, 21.3 milyar lirasının da sigaradan tahsil edilmesi bekleniyor.


Verginin yüzde 10’u


Öte yandan yıl sonu hedefi 277.7 milyar lira olmasına rağmen, yılın 11 ayında 255.7 milyar lira toplanabilen vergi gelirlerinin yüzde 25’ini alkol ve sigara gibi tüketimden sağlanan ÖTV geliri oluşturuyor. Sadece alkol ve sigaradan alınan ÖTV geliri ise toplam vergi gelirlerinin yüzde 10’una ulaşıyor. Yılın ilk 11 ayında Kurumlar ve Gelir Vergisi oranları düşürken, bütçe vergi gelirlerinin yüzde 10’u tiryakiyle akşamcıdan sağlanmış oldu.


11 aylık vergi gelirinin %10’u alkol ve sigaradan

http://www.gazetevatan.com/butceyi-tiryakiler-kurtardi--501703-ekonomi/



Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.
MÂIDE SURESI 90

Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hamrla ilgili olarak on kişiye lanet etti:
"(Hammaddesinden şarap yapmak maksadıyla) sıkana ve sıktırana, içene ve sâkilik yapana, (imalathâneden veya depodan, toptancıdan perakendeciye veya müstehlike kadar) taşıyana ve taşıtana, satana ve satın alana, bağışlayana, bunun parasını yiyene." (Tirmizî, Büyû 59, (1295); İbnu Mâce, Eşribe 6, (3381).


«Faiz yiyenler kendilerini şeytan çarpmış birer mecnundan başka bir hâlde kabirlerinden kalkmazlar. Böyle olması da onların, 'Alım satım da ancak faiz gibidir.' demelerindendir. Halbuki Allah alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır.» ( Bakara, 2/275)

Cabir b. Abdullah (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Faizi yiyene, yedirene, kâtibine ve şahitlerine lanet etmiş ve:
“Onların hepsi, faizin günahında ve vebalinde müsavi yani eşittirler.”1 buyurmuşlardır.

(1) Müslim, Müsakat: 106; Ebû Davud, Buyu: 4

Şarap fabrikaları için üzüm yetiştirerek, tütün ekerek elde edilen para, uyuşturucu elde etmek için Hint keneviri ve afyon yetiştirerek elde edilen para helâl değildir. Fıkıhta bir kural vardır: “Harama götüren de haramdır.

NERELERDE ÇALIŞILMAZ?

Kazancın helâl olabilmesi için meşru işte ve uygun yerlerde çalışılmalıdır. Uygun olmayan yerler nelerdir?
–      Haram ve günah ortamlarında çalışılmaz. Meselâ;
–      Şarap fabrikasında,
–      Meyhanede,
–      Faizli muamele yapılan yerlerde,
–      Fuhuş yerlerinde,
–      Ahlâksızlık ortamlarında,
–      İnsanların aldatıldığı yerlerde,
–      Din düşmanlığı yapılan yerlerde,
–      Kumarhanede,
–      Haram olan şeylerin alınıp satıldığı yerlerde,
–      Ahlak bozucu eğlence yerlerinde,
–      Müstehcen yayın, basının faaliyet alanlarında,
–      İbadete izin verilmeyen yerlerde çalışmak uygun değildir. Çalışan, ibadetini yapabileceği iş arayışında olacaktır.

iki örnek

1- Katılım Bankasından Alınan Maaş Helal midir?

Nureddin Yıldız  29 Ekim 2010
Katılım bankasında çalışmaktayım. Buradan almış olduğum para helal midir?
Sözünü ettiğiniz kurumlar, helal dairesini izlediklerini iddia etmektedirler. Bizim ise onlar hakkında diğer faizli bankalar için söylediklerimizi söylemeye belgemiz yoktur, kalbimiz de mutmain değildir. Dolayısıyla sizin oradan kazandığınızın haram olduğunu söyleyemem. Siz orayı daha yakından bilebileceğinize göre kararınızı da verebilirsiniz. Diğer bankalardan farkları olduğunu söyleyebiliyorsanız maaşınız size helaldir. Tereddüdünüz varsa o tereddüt kadar maaşınızda da sıkıntı var demektir.
Allah’a emanet olunuz.

2- Adliyeden Alınan Maaş Helal mi?

Nureddin Yıldız  18 Ekim 2013
Sayın hocam. 1997 yılından bu yana adliyede devlet memurluğu yapıyorum. Bilgisayar programcısıyım. Memurluktan ayrılmam halinde ailemin geçimini programcılıkla devam ettirebilecek durumdayım. Yaptığım memurluk görevi diğer memurluklardan farklı, adli olduğu için insanların hürriyetlerini kısıtlayan, geleceklerini karartan bir kurum. Ve bu kurumda da yanlış verilen kararlar, uygulamalar oluyor. Ve asıl kötü olan bunun yanlış olduğunu bildiğimiz halde müdahale edemiyoruz. İnsanların adaletinin bir yere kadar olduğunu yaptığım görev nedeniyle tam anlamıyla anlamış ve görmüş oldum. Dolayısıyla aldığım ve ailemle yediğim bu maaş, gördüğüm adaletsizlikler nedeniyle bana haram gibi gelmeye başladı. İçim hep huzursuzlukla dolu. Ayrıca Abdulbaki Kömür’ün ‘Kınasın Dünya’ isimli bir şiirinde ‘genelevlerden alınan vergilerle imamların maaşları ödensin he’  diye bir dize vardı. Genellediğimizde aldığımız maaşlar yönüyle imamlardan bir farkımız kalmıyor. Siz ki Nevevi’nin hayatını anlatırken onun vakıf malı olma ihtimali olması nedeniyle yaşadığı şehirden meyve bile almadığını söyleyen birisiniz. Açık, net bir şekilde aldığım maaşın helal olduğunu (işimi düzgün, hilesiz ve tam anlamıyla yerine getiriyorum) söyleyebilir misiniz? Soruma dolaylı değil net bir yanıt verin lütfen. Duanıza ve cevabınıza muhtaç bir dertliyim. Ve biliyorum ki dermanım da sizdedir. Ellerinizden öpüyorum. Saygı ve sevgilerimle.
Selamünaleyküm. Güzel kardeşim, haram ateş demektir. Ateş yakar. Bir şeye haram demek ihtimal üzerinden olmaz. Sizin durumunuz, neredeyse bu ülkedeki bütün devlet memurları için geçerlidir. Evet, tarlasında yetiştirdiği domateslerle geçinen bir Müslüman gibi kazancınızın helal olduğunu söyleyemem. Direk haram olduğunu söylemek de zordur. Bir mü’min olarak bu durumun sizin kalbinizi ezmesi normaldir hatta gereklidir. Size de net bir şey söyleyemeyeceğim; kalbinizin dediğini yapın. Allah’a emanet olun.




Osmanlı Mahalle İmamlarının Performanslarına Dair – Prof. Dr. Mefail HIZLI


Osmanlılarda Fonksiyonel Bir Görev: İmamlık
Osmanlı mahalle cami ve mescidlerinde yer alan en önemli din görevlisi imamlardı. Bu mabedlerde hizmet veren din görevlilerinin büyük gayretleriyle bu kutsal mekânlar sadece bir ibadet yeri değil, ayrıca cazibe merkezleri haline gelmiştir. Tanzimat devrine gelinceye kadar imam, devleti temsil etmek üzere mahallenin önde gelen sorumlusuydu. Görevlerinin ifası sırasında kadılar tarafından teftiş edilir, ahalinin hakkında vaki şikâyetleri azillerine yol açabilir ve cezalandırılmalarına sebep olabilirdi. Dolayısıyla belirli bir kontrol altında bulunurlardı. İmamlar, kadıların yerine getirmesi gereken birçok işte onların tabii yardımcısı konumundaydı. (Beydilli, 2000: 181)

Osmanlı Mahalle İmamlarının Görevleri
Osmanlılarda imamın görevi sadece namaz kıldırmak ve hutbe okumak değildi. Mahalleyi ilgilendiren her türlü belediye hizmetine öncülük eder, mahallenin huzur ve asayişini denetler, sosyal ve kültürel pek çok faaliyetin içinde bulunurdu.
Mahallenin suyu, okulun tamiri, çeşmesi, cami ve mescidlerin bakım ve onarımı, aydınlatma mumunun temini, sokakların temizlik ve bakımı imamın sorumlu olduğu yerel hizmetlerden bazılarıydı (BŞS, A155: 103a; A108: 135b). Mahallelerdeki dar yolların halka verdiği rahatsızlığı mahkemeye bildiren imamlar, tedbir alınmasını kadıdan talep ediyorlardı (BŞS, A143: 224a). Mahalle mescidine gelen suyun kesilmesi sebebiyle sıkıntı çeken cemaatin su ihtiyacı, imamların girişimleriyle çözüme kavuşuyor, mahalleye ulaşan bozuk suyollarının tamiratı gerçekleşiyordu (BŞS, A141: 130b, 218b).
İmamlar, nüfus kayıtları, doğum, ölüm ve boşanma gibi işlemleri de yerine getiriyordu (Kazıcı, 1982: 34). Bugün belediyelerce icra edilen nikâh akitleri şehirde kadı veya naibi; mahalle ve köylerde ise yöneticilerden alınan “izinname” sonrasında imamlar tarafından kıyılıyor ve akdedilen nikâhlar bir deftere kaydediliyordu (BŞS, A119: 82a; Aydın, 1985: 89-90). Türkiye’de medeni kanunun kabulünden önce, evlenmek için kadılardan alınan müsaadeye “izinname” denirdi. Bursa’da bilinen ilk izinname 1555 tarihli olup orijinal ifade aynen şöyledir:
“Sultan mahallesi imamına! Ayşe binti Ahmed, Nebi’ye şer’an mâni’ yok ise nikâh edesin deyu izin verildi.” (Kepecioğlu, t.y.: II,366)
16. yüzyıldan itibaren mahalle seçkinlerinden oluşturulan “Eşraf ve A‘yan Meclisleri” -ki bu, günümüzde büyük ölçüde il genel meclisi veya belediye meclisine karşılık geliyordu- devlet yönetimi ile halk arasındaki ilişkileri düzenlerdi. İşte bu meclisin üyeleri arasında şehrin ileri gelen tüccar, esnaf, müderris ve tarikat şeyhlerinin yanı sıra imam-hatipler de bulunurdu. Bu meclis, bulundukları yerin idarî, sosyal ve ticarî ihtiyaçlarını belirlemekte, bazı vergilerin tahsilini sağlamakta ve halka kötü davranan yöneticileri merkeze bildirmekteydi (Mert, 1991: 195). Meclis tarafından atanan “şehir kethüdası” ile imam sürekli işbirliği içinde bulunurdu.
Osmanlı mahalle yapılanmasında ahali birbirine kefil oldukları için, mahallede meydana gelen her türlü asayiş olayında mahalle sakinlerinden önce imam sorumlu tutulurdu (BŞS, A151: 30a). Bulundukları yerleşim biriminde bir ahlâk zabıtası gibi görev yapan imam ve müezzinler, mahalle sakinlerinden bazılarıyla mahkemeye başvurarak ahlâksızlıkları sebebiyle bazı kişilerin mahalleden çıkarılmalarını isteyebiliyorlardı (BŞS, A145: 45b). Mahallede meydana gelen herhangi bir hırsızlık olayında inceleme için görevlendirilen (BŞS, A145: 134a) imamlar, suçluları yetkili makamlara cemaatiyle birlikte ihbar ederek bir bakıma muhtesibe de yardımcı oluyorlardı.
İmamların, mahallelerinde ikamet eden kişiler hakkında tam bilgi sahibi olmaları oldukça önemliydi. Mahalle sakinlerinin kimliklerinin belirlenmesi, gelen yabancıların veya yeni taşınanların tesbiti ve kayıt altına alınması işleri, yeni gelenlerin kefalete bağlanması, mahalle sakinlerinin ikamet yeri ve sürelerinin belirlenmesi, 19. yüzyılda ortaya çıkan “mürur tezkireleri”nin elde edilmesiyle ilgili ilk işlem olmak üzere ikametgâh ve kimlik belgelerinin tanzimi imamlar tarafından yerine getirilir ve imamlar kefilsiz olanların mahallede barınmasının sorumluluğunu taşırdı (Beydilli, 2000: 181).
Büyük şehirlerde yaşanan toplumsal çözülme ve dejenerasyonun bir sonucu olarak ortaya çıkan fuhuş konusunda da imamlara görev düşmekteydi. Başta İstanbul olmak üzere pek çok şehirde giderek çoğalan fahişelerin, toplumda yol açtığı derin yaralar sebebiyle padişahtan gelen fermanların hemen tamamında imam ve müezzinlerin görevlerini kusursuz yapmaları konusunda uyarılıyordu (BŞS, B15: 34a; A112: 15b).
Öte yandan, Anadolu şehirlerinde yaşayan ve bazı gerekçelerle devletin başkenti İstanbul’a taşınan çok sayıda kişinin şehre verdiği huzursuzluk sebebiyle İstanbul dışındaki kentlerde bulunan mahalle imamlarının görevlerini yaparak bu tür kişilerin göç etmesine izin vermemeleri emredilmiştir.




Osmanlı’da imamlar devletten maaş alır mıydı? Geçimini nasıl sağlarlardı? Başka bir meslekleri varsa bile ikisini aynı anda nasıl yapıyorlardı?
“Kısacası Hocam Osmanlı’daki imam sistemi nasıldı?”
Sevgili kardeşim, selâtin camilerine (padişahların yaptırdığı camilere) imam olmak, neredeyse sadrazam olmak kadar zordu ve neredeyse onun kadar beceri gerektiriyordu.
Çok önemli isimler bu camiler için belirlenir ve padişah protokolüne girerlerdi.
İmamlar o kadar önemsenirlerdi ki, Kanuni Sultan Süleyman 1557 yılındaSüleymaniye Camii için aradığı imamın yüksek İslâmi ilimlere vakıf olmasının yanı sıra üç dil bilmesini de şart koşmuştu.
Ben büyük camilerin imamlarında aranan özellikleri yazayım, siz önemini kavrarsınız…
Eli-yüzü düzgün olacak…
Yüksek İslâmî ilimlere vakıf olacak…
En az üç lisan bilecek (Arapça ve Farsçanın yanısıra bir de Lâtince)…
Güzel giyinecek…
Sportmen olacak, spor yapacak, at binecek…
Güzel bir kadınla evli olacak (namahreme bakmasın diye)…
“Kefere dini” ile dinimizi karşılaştırabilecek ilmi kapasiteye sahip bulunacak…
Dinler tarihini eksiksiz ve mukayeseli bilecek…
İlm-i Teşrihe (İnsanın yapısına ilişkin ilim) hâkim olacak.
Belâgat (dil), Mantık, Hadis, Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Felsefe, Matematik, Astronomi bilecek.
Selâtin camilerinde imamlık bu kadar ciddi ve son derece saygın bir işti.
Öte yandan, Sultan II. Mahmud dönemine kadar (1829), her mahallenin başında bir “imam” bulunurdu. (Muhtarlık sistemini Sultan II. Mahmud getirdi).
İmamlar bizzat padişah tarafından fermanla atanırdı.
Dînî duygularla şekillenen Osmanlı toplumunda, imam; ilmiyle, örnek kişiliği ile mahallenin saygın bir büyüğü olduğu gibi; mahallenin yönetiminden de sorumluydu.
Osmanlı’da görevleri sadece camide cemaate namaz kıldırmakla sınırlı kalmayan imamların, belirli bir seviyede eğitim almış olması gerekiyordu.
Ülkemizde muhtarlık teşkilatının kuruluşuna (1829) kadar, Kadı’nın temsilcisi durumunda olan kişiler imamlardır.
İmamlar tertip edilen imtihanlarda en yüksek puanı alanlar arasından seçilirdi. İmamlar, mahallenin düzeninden, âsâyişinden ve inzibât ile halk arasındaki âhenk ve barıştan da sorumlu idi.
Mahalle halkının nüfus işleri, nikâh işleri, mahallenin temizlik işlerinin yürütülmesi, gıda kontrolü, ihtikârın önlenmesi gibi belediye hizmetleri ve mahalle halkının temel eğitimiyle de meşgul olan imamlar, Avârız Vakıfları’nın da başkanı idi.
Padişaha yani devlete karşı mahalle halkını, mahalle halkına karşı da Padişahı, yani devleti temsil ederlerdi.
Selâtin camileri imamları maaşlarını o cami vakfından alırdı, mahalle imamları ise her mahallede var olan “Avarız Vakfı”ndan alırlardı. Avarız Vakfı aynı zamanda mahallenin tüm ihtiyaçlarının giderilmesi için de önemli katkılar yapardı. Bir nevi belediye hizmeti verirdi.